İDOLÜM: Kamile Abla



Allah gülümsedi, kadını yarattı.
                                                                           Farsça özlü söz)

Çocukluğumun idoluydün sen..
Hz. Aişe, Fatima, Zeynep ya da o, bu, şu değil! Onlara saygısızlık olsun diye hiç değil!

İnsan örnekliklerini yaşadığı çevreden seçiyor. İnancı, değerleri, bilgi ve görgüsü, karakteri, en önemlisi seçimleri ona kılavuzluk eder. Annemin ve babamın, öğretmenlerimin de tabi ki iyi gördüğüm yönlerini bilerek bilmeyerek almışımdır.ama benim olmak istediğim kişilik ve hayat tarzının canlı örneği sendin..

Oğlun vardı otistik, Mustafa.. İkinci evliliğindi ve iki tane üvey evlat yetiştirmiştin. Birinin adını unuttum kaza ile öleni.. 18 yaşında.. Öbürünün adı Gürdal’dı öğretmen olmuş, sokağımızın alt tarafında oturan Gül Hanım teyzenin kızıyla evlenmişti…

O ve karısı nedense Kamile ablaya mesafeli dururlardı. Çünkü Mustafa 4 yaşında ateşlenmiş ve orda oyaşta takılıp kalmıştı. Üstelik babası Halil abi alkolikti. Biga devlet hastanesinin köşesindeki ayakkabıcıda çalışırdı. Bütün köylüler Çarşamba günü açılan pazarda naylon ayakkabılarını ondan alırdı. Halil abi akşamları yemekten sonra –yaklaşık iki metreye üç metrelik odanın sağ köşesinde- masanın yanına oturur bütün akşam bi büyük rakı, bekli küçük bilemiyorum, demlenirdi.

Annemler ben iki yaşındayken Kamile ablanın evinin karşısındaki mezbelelik evi, müzayededen iki bin liraya alıp mahalleye taşınmışlardı. Annem ilk defa Halil abiyi içerken görünce eve gidip kapıları arkadan kitlemiş korkudan.. Ben de ufakken korkardım. Yine de giderdim. Sonra sonra onun varlığına alıştık.

Evleri iki katlı kagir, girişte sağda tahta merdiven yanından odaya girilirdi. Merdiven altında tüplü aygaz vardı yani orası mutfaktı. Merdiven üst kata çıkar, etrafı L şeklinde bir holle alttan daha küçük bir oda vardı. en son birkaç yıl önce orda bir akşam misafir kaldım. Kapının arkasında da gömme dolap vardı. İki yanda iki cam. Ayrıca holde de L’nin her iki yanında iki pencere. Ben kendimi bildim bileli hiç değişmedi,

İlerleyen zamanda sadece bir televizyon ve buzdolabı eklendi onlara. Aygazın yanına buzdolabı kondu. Tam karşıda da tabaklık vardı zaten… Yanında tahta yeşil kapıdan girince hemen bir maşınga (bilenler bilir Trakya yöresinde kuzineye böyle denir) köşede kare bir masa altındaki hamamlık bölmeyi gizlerdi. Altta bir delikle sonradan gelen bir musluk vardı. İşte Halil abi önünde bir şişe ve bardak, orada otururdu..

Girişte ve karşısında da birer çekyat –hani o üstü dolaplı olanlardan... Arasında demir bir sandalye vardı, o kadar. Karyolanın arkasında bahçeye bakan bir küçük pencere bire yetmiş falan. Yola bakan tarafta da bire iki kadar oturmalık yeri olan bir pencere daha. Mustafa burada oturur yoldan gelip geçenlerin eline tutuşturduğu bozuk paralarla oynar ve şıngır şıngır ses çıkartır, arada da ona öğretilen sunturlu küfürleri, baba abi gibi bildiği bir kaç kelimeyle karıştırarak küfrederdi.

Benim en sevdiğim gezme Kamile ablaya gitmekti. Halil abi korktuğumu bilir, beni rahatlatmak için  sorardı: Senin baban da ayran içiyor mu?, diye. Ben de hayır anlamında omuzumu silkerdim. Güler ve başını bardağa gömüp sessizce devam ederdi.

arkası yarın!

Korona Günlükleri 1


Korona günlükleri…

Bugün kısmi karantinanın 11. günü. Günlerden Cumartesi. Hava yağmurlu ve kapalı.
Her günkü gibi cıkıp biraz yürüdüm. Sokaklar sakin, az sayıda insan var. bazı delikanlılar apartman girişlerinde vakit geçiriyor, bazıları da dükkanlarının önünde oyalanıyor. Çoğunluk evlerinden dışarı hiç çıkmamaya özen gösteriyor.
Kişisel gözlemlerim yılbaşından hatta daha öncesinden beri pek çok insanın bu ölümcül gribe yakalandığı yönünde. İstanbul'da domuz gribi var ve halktan saklanıyor, diye bir şehir efsanesi vardı. Hastalık süreçlerini tarif etme şekilleri virüsün sebep olduğu sıkıntılara uyuyor. Yani biraz 'geçti Bor'un pazarı..' durumu mevcut galiba. Aradan uç ay geçti çünkü.
Aradan sekiz gun geçti. Şehir dışına çıkış yasagı başladı. insanlara bu yasagı delecek imkan tanındıgı için herkes İtalya'da oldugu gibi yollara döküldü yazlıklara gitmek için. Dun yirmi yaş altına sokaga çıkma yasagı konarken bugun yasak 18 yas ustu çalışanlar, tarım işçileri vs diye genişletildi. Yani kafalar karışık.
Bu günlerde küçük mutluluklar, meşgaleler bulmamız lazım.  Kitap okumak da olabilir bu, temizlik, tamirat, marangozluk ya da resim, örgü, yemek yapma gibi uğraşlarla da. Meşguliyetlerle kendimizi değersizlik, edilgenlik psikolojisinden sıyırmak önemli.
Şemsiyemi alıp hafif ve romantik yağmur altında, akşam ezanı eşliğinde günün geceye evrilmesine eşlik ederek, kendime çizdiğim bir rotayla caddeye, oradan ara sokaklardan camiyi dolanarak tekrar eve uzanan kısa bir gezinti yaparak günlük oksijen ihtiyacımı karşılamış oldum.
Yazın yapış yapış sıcaklarındansa, kışın karı ve yağmuruyla yüzüme vuran tertemiz havanın tadını çıkarmayı sevmişimdir her zaman. Yazın sıcagından kaçmanın çaresi yoktur ama kışın katkat giyinip sogugu yüzünde hissetmenin nasıl canlandırıcı bir etkisi olduğunu anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır. Tabi üşüyerek sıcak eve dönmenin de. Şimdi gönül rahatlığıyla evde oturmaya devam edebilirim. Hergün evin eksiklerini almak gibi zorunlu bahanelerle mutlaka çıkıp biraz dolaşıyoruz böyle kimseye temas etmeden. Tek ciddi önlem olarak eve dönünce ellerimizi sabunlayarak.
Tam karantina olmadı ki olsa bile - olması gereken buydu, ekonomik açıdan halkı rahatlatıcı önlemler alınmadığı için korona günleri sündürülüyor gevşek kararlarla- insan, pekala evde kendini oyalayacak güzel meşgaleler edinebilir.
Dün güneş yüzünü gösterince hemen ucundan kıyısından bahar temizliğine başladım. Zaten böyle günlerde mahalle kaynıyor. Süpürge sesleri, halı silkeleme en gıcık olduğum düşüncesiz bir h
areket, bağırtılar çığırtılar…
Bu zorunlu hapis günleri hayatımızdan hunharca çıkardığımız pek çok şeyin değerini hatırlattı. Mesela; eve gelen misafire önce kolonya tutulması gibi. İçine çivit katılmış kireç badanalı evler, bahçe duvarları ve ağaçlar sadece nostaljik değil, mikrop kırıcı özellikleriyle tekrar hatırlanmaya değer hayat pratikleriymiş meğer. İnsanın doğal malzemelere olan meyli de, hayatımızı kuşatan,dönüştüren naylona karşı güzel bir seçenekmiş. Makine işi ürünlere karşı orantısız düşkünlüğün sonuna gelmişizdir,diye umutlanmak istiyorum. Bize asırlar öncesi gibi gelen, sahi lorona öncesi de asırlar kadar uzak cidden, aslında çocukluğumuzun gerçekleri olan şeylerin, içi boş, sanal bir gerçeklik ve boş bir hayat algısıyla atılıverildiği, vefasız bir sanal gösteriş çağının sonuna gelmiş olduğumuzu idrak ederiz belki, bu ciddi ölüm-kalım anında da karamsarlık ve vurdumduymazlık halimiz bu sene perdelerin ardından, balkonlardan ve varsa bahçelerden izlediğimiz bahar umuduna döner.
Şairin 'başa döneriz' dediği gibi bu tecrübelere yeniden dönmek imkansız değil.
Baharla başlayan badana ve temizlik seferberliği, o kireç kokusuyla mis gibi çarşafların ve perdelerin vs. kokusu, ekim dikim işleriyle toprakla hemhal olmak, bakımı yapılan çiçekler ve sularla kırklanan kapı önleri ve bahçelerle kırlara yayılan sohbetler...
Azın ve özün muhteşem huzurunu yakalamak için çabalamak lazım! Herkes kendine ağır gelen zorunlulukları bunlar faturalar da olabilir. Eşek gibi 7-24 karın tokluğuna da çalışmak da… Hayatta neyin, ne kadar  anlamlı ve gerekli olduğunu tartıp biçmiş olarak.
Korona günleri sonunda ya öleceğiz yada sanırım biraz şişmanlayarak da olsa bir yol ayrımına varacağız.

Günün Sözü...

Dinsizliğini laiklikle gizleyenler yüzünden yani onlara muhalefet olarak, onlar kadar hazımsız olmamak için müslümanlığa sarıldık. Şimdi de müslüman görünümlü laiklerden ötürü lafzen laik kalben dindar olduk. aslında iki taraf da dinsiz, şarlatan ve ahlaksız. liderleri de aynı. Boşuna tartışıyorlar.. Bazıları saftır ama çoğu da bunun farkında.

Çılgın denen projeler havada uçuşuyor (sonuç betonlaşma)


Not: Bu yazıyı 2011 yılında yazmışım. Hayaller, umutlar, beklentiler tavan yapmış. Keşke şimdi de aynı umudu taşıyabilseydim...

2011-04-27 14:06:00

Başbakan'ın çılgın projesiyle ilgili anlattıklarını dinliyorum bölük börçük..
Bu toplantı sanki sadece seçim propagandası yapmak için düzenlenmiş.. Başbakan ekonomi ağzıyla konuşurken bize yabancılaşıyormuş gibi geliyor bana. Hele hele fakirlerle ilgili Kılıçdaroğluvari vaatlerini sıralarken hiç heyecan duymuyorum.

Tarihine ve coğrafyasına hayran (!), bölgesine duyarlı, vicdanıyla dünyaya bakmaya çalışan bir birey olarak sanki tatmin olmadım bu konuşmadan. Neden derseniz; dar ufuklu ve yüzeysel hedefli geldi bana.. 

Bu ay Balkanlara; Üsküp, Prizren, Priştine, Sarayevo, Mostar, Konjiç, Potiçeli, Podroridza'ya yaptığımız ziyaret, geçen Kurban bayramında Suriye'ye yaptığımız geziler bize coğrafyamızı tekrar ve yeniden hatırlattı. Bütün şehirlerimiz içinden nehirler akan şiirsel güzellikte şehirler!

Evet; İstanbul da bizim diğer şehirlerimiz gibi 'pırlanta' değerinde paha biçilemez bir hazine ... İnsan ve hayat merkezli bir medeniyetin torunlarıyız. Ama şu anda bütün Ortadoğu'yu ve Afrika'yı saran emperyalist saldırılarla beraber gerek Libya'da gerekse Yemen ve Suriye'de diktatör yönetimler kanalıyla uygulanan vahşet Türkiye halkı olarak bizi kaygı ve üzüntüye boğuyor. Şu anda ebeveyn olan herkes çocuklarının geleceği için kaygı duymaktadır. Bundan sebep; coğrafyamızı kan ve gözyaşından arındırmadan, yine eskiden olduğu gibi bir 'barış ülkesi' haline dönüştürmeden lokal kurtarılmış şehirler, bölgeler inşa etmek son tahlilde kısır kalacaktır.

Geçtiğimiz on yıllarda Türkiye'de de uygulamaya sokulan kıyım senaryoları şu anda coğrafyamızı kasıp kavurmakta, oluk oluk kardeş kanı akmaktadır. Başbakanın başarısının sırrı; bölgesel ortak sorunlarımıza, tehditlere yönelik olarak yaptığı vicdanlı çıkışlardır. Ama bu kadarla kalması ihtiyaca cevap vermez. Türkiye'nin dış politikada sıfır sorun hedefi, ancak Suriye veya Yemen ya da Bahreyn, Mısır, Tunus ve diğer Osmanlı eyaletlerine barışçıl müdahelerle sağlanabilir. 

Medeniyetimizin inşa ettiği güzelim İslam şehirlerimizin hoyratça bombalanarak yerle bir edilmesine göz yumarsak gelecekte İstanbul'umuzu da koruyamayız. Öyleyse Türkiye bu noktadan itibaren coğrafyasını da hesaba katarak hayal kurarsa 'gerçekçi' olur.


Bu girizgahtan sonra ben de hayallerimi şöyle sıralayayım:

Ülkemizde adaletin inşası ve korunması açısından kadın erkek, sünni alevi, fakir zengin, Kürt, Türk, Çerkez, Laz vs. gibi ayrımlara bakmadan, yetenek ve birikimine göre fırsat eşitliğine kavuşması.. 
Böyle ayrımlar yapanların dövüldüğü (!) bir ülke haline dönüşmesi..
Özellikle Özal'la beraber hızlanan iç ve dış bütünleşme ve kaynaşma aşamasını alnının akıyla başaran ve 'barış'la bir arada yaşama irademizi perçinleyecek bir bölgesel vizyonla bütün Avrasya'nın adeta İpek Yolu misali demiryolu ve konaklama noktalarıyla birbirine bağlanması.. 
Osmanlı'nın yıkılmasıyla akim kalan Hicaz-Bağdat demiryolu projeleri gibi sınırları kaldıran ekonomik vb. projeleri ve daha nicelerini hayata geçirmek..
Ortak kültürlerimizi ve dillerimizi tanımayı sağlayacak uluslararası eğitim kurumları ve kültür ocakları oluşturulması..
Ekonomiden ve ekonomik hedeflerden önce moral ve idealist anlamda geleceğimizi garanti altına alacak yapısal temellerin atılması..
Şu anda hemen aklıma gelen hedefler bunlar..İstanbul'la ilgili proje tabi ki çok güzel ve çok yönlü faydalar içeriyor ama Türkiye hedeflerini bir gömlek büyütmezse ve değerlerinden taviz verirse çok hızlı bir şekilde tepetaklak olabilir...
Bütün çocukların kan, zulüm, yoksunluk ve yoksulluk görmeden, yetim kalmadan, sahipsizlikten içi üşümeden sokaklarda oynayabildiği, insanların elini kolunu sallaya sallaya Sarayevo'dan Kudüs'e, Mekke'den Cezayir'e, Bağdat'tan Kabil'e, İslamabad'a gidebildiği, Akdeniz'in bir 'barış gölü' haline geldiği bir Türkiye ve dünyayı hayal ediyorum.
İstanbul'un değeri ancak kardeş şehirlerle beraber düşünülürse bir anlam ifade eder çünkü o zaman İstanbul 'sahici' bir uğrak yeri ve merkezi olabilir.

İstanbul'dan geçen yollar, ola ki gönülleri ve elleri birleştirsin, hayatlarımıza huzuru ve güveni geri getirsin!

Feveran





Ali Kemal Temizer'in tek kitabı.

Feveran'ı önemli kılan özelliği 12 Eylül'den üç ay önce neşredilmiş olması. O dönemdeki müslüman bireyin dünyaya ve Türkiye'ye bakışını birinci elden sunuyor olması. Aslında ideolojik sınırlamaları bir tarafa bırakırsak, genel olarak diğer ideolojilerin müntesiplerinin ruh halini de büyük ölçüde tasvir ediyor olduğunu söyleyebiliriz.

Dönem; 12 Eylül'ü hazırlayan ideolojik kavganın köpürtüldüğü bir dönem ve belli odaklar ülke insanının farklılıklarını 'düşmanlık' sebebi olarak kodlayıp gençlerin eline silah vererek koca ülkenin resmi, gayri resmi bütün kurumlarını yok sayarak, genç kuşağı 'kurban' olarak arenaya sürdüğü bir dönem. Tabi olanlar kendiliğinden olan biten hadiseler değil, belli bir amaca yönelik planlı olaylar. Maalesef, ne Türkiye'ye ne de toplum yararına olmayıp, iç ve dışta belli kesimlerin 'çıkar'larına hizmet eden bir akıl tutulması ve cinnet hali bu.

Yüz sayfalık kısa öykülerden oluşan kitap, tam da darbe ortamına girilen, kahve tarama, faili meçhuller ve üniversitelerde öğrenci kavgalarının handiyse olağanlaştığı, bir döneme ışık tutuyor.

Feveran, sunuş dışında 7 öyküden oluşuyor. Bunlar sırasıyla Hayatımızdan Bir Gün, Dönüşüm, Üşümek, Geçmiş Zaman Kahramanları, Aziz, Bir Günlüğün Son Sayfaları, Düzensizlik Düzeni veya Tek Sözlü Bir Film Hikayesi...

Hayatımızdan Bir Gün'de, bir memurun psikolojisini irdeliyor.
Bu memur tasviri günümüzde yaşanan uygulama ve yaklaşımların da gideceği yönü gösteriyor.

İkinci hikaye Dönüşüm; işsiz bir gencin, bir kurumun başına geçen eski arkadaşını ziyaretini ve aralarındaki yakınlığın bittiğini arkadaşının değer yargılarının tam tersine döndüğünü fark etmesi işleniyor. İdealistle realist kişilerin dünyayı farklı pencerelerden yorumlaması, sahipsizlik ve çaresizlik hissi gibi psikolojik durumların üzerinde duruyor.

Üşümek hikayesi, kahvelerde hala  93 harbinin konuşulduğu, soğuğuyla tanınan Erzurum'da geçiyor. İdealist öğretmenin evine yapılan baskında kitaplarının yakılması, onları kurtarmaya çalıştığı için başına aldığı darbeyle beraber sürüklendiği acı sonu anlatıyor.

Geçmiş Zaman Kahramanları'nda, Kore gazilerinin trajik sonu ile babası Kore'den dönemeyenlerin, okuyamayan çocuklarının ahvali anlatılıyor.

Aziz, köylüsünün korkaklığının kurbanı olan Aziz'in sonunu ve okul öğretmeninin vurdum duymazlığını anlatıyor. Bunu yaparken de insanların dindarlığını çıkarları için kalkan yapması ve linç edilme kaygısını işliyor.

Düzensizlik Düzeni Veya Tek Sözlü Bir Film Hikayesi'nde, Kurtuluş savaşı esnasında ve sonrası kurulan cumhuriyetin tezatları sinamatografik bir kurguyla özetleniyor.

Temizer'in her öyküsü hakikatten bir parça barındırıyorsa da benim en etkilendiğim öyküsü 'Bir
Günlüğün Son Sayfaları' oldu. Zaten yazı dediğimiz şey de türü ne olursa olsun bir nevi günlük değil midir? Kişi, duygu ve düşüncelerini, hayata bakışını, hem feryadını ve hem de hayata tutunduğu duygu ve düşüncelerini satırlara dökmez mi? Ya da satır aralarına, farklı formların içine, cümlelere yedirmez mi?

Yetmişli  yılların kutuplaştırıcı ve gençlerin hayatlarını, istikballerini feda eden politikaların kurbanı ve birinci elden etkilenen bir kuşak olarak -12 Eylül'de onbeş yaşında biri olarak- şu anda yaşadığımız aynı türden yozlaşma dolayısıyla bu günlükler beni derinden sarstı. O yıl ortaokulu bitirmiş ve dini yakından öğrenme dürtüsüyle Pendik'te yatılı bir Kur'an kursunda kalmıştım. Şimdi dönüp bakınca o darbe ortamında lise dışardan bitirme sınavına da hazırlayan bu okulların nasıl açıldığını açılabildiğini düşünüyorum. Hatta o sene kursta, yöneticimiz bize televizyonu açıp 'Humeyni'nin İran'a dönüşü'nü izletmişti ki bu olayı merak edecek bilinçte de değildik.

Hikayenin ana karakteri olan genç kanaat önderi denen kişilerin her çevrede nasıl toplumu manipüle ettiğini ve düşüncesizce tehlikeye attığını çok güzel özetlemiş. Aynı şahıslar hikayede kendi yaşantısında tercihlerini pek de gençlere telkin ettikleri minvalde yapmıyorlar.

Aynı hayal kırıklıkları, 1987'de başörtüsü yasağı döneminde de yaşandı ve dindarlar üzerinden siyasi ve ekonomik rant devşirdiği halde onları görmeyenlerin varlığına şahit olundu. Kavganın tepedeki seçkinler arasında cereyan ettiği diğerlerinin ise kullanıldığı zamanla anlaşıldı. Bugünden geri dönüp bakınca, toplumsal olayları ve kimin nerede durup ne yapmaya çalıştığını daha iyi tahlil edebiliyoruz.

İlerleyen dönemlerde üslubu ve mecrası değişse de aynı formülasyon her defasında tekrar tekrar karşımıza çıktı. 28 Şubat'ta yasaklarla cendereye alınan insanlar bugün de cambaza bak denilerek oyalanıyor ve daha yumuşak, kadife kaplı ve yaldızlı sopalarla hizaya  sokulmak isteniyor. Dünya, insan olmaya talip olana varlık sancısı ve keder, azmaya meyilli olana da sonsuz dünyevi hazlar ve bunların peşinde koşacak sonsuz hırs veriyor.
...........
Günlüğü yazanın ismi meçhul.  İstanbul'a büyük bir iştiyakla geliyor. İstanbul onun için hayallerinin şehri, çoğumuz için 12 Eylül sonrası olduğu gibi. Taşranın durağan hayatının, hayallerine dar geldiğini düşünüyor. Okuduğu dergi ve kitapların etkisiyle onların yazarlarıyla yüz yüze tanışma ve aklına takılan konuları onlarla tartışma ihtimali onu heyecanlandırıyor.

Taşra insanı için İstanbul gibi büyük şehirler Kaf Dağı'nın ardı gibi gizemli ve ulaşılmazdır.  Hem köy kasaba ve taşra şehirlerinin yavaş akan günleri, hem de durmuş oturmuşluğu, kendisini farklı hisseden ve  merak duygusu diri olan bir genç için boğucu gelir. Taşraya monotonluk hakimdir. Sosyalleşme yolları ve derinleşme imkanı kısıtlıdır. Gençlikte insan bilmediği insanları ve dünyaları tanımak ister. Gerçi günümüzde bu arayış, ünlü, zengin ve popüler kişiler gibi yaşama ve onlara ulaşma arzusuna evrildi ya, neyse.

Bundan sonra insan kişiliğinin yapı taşlarını oluşturabilir ve hayata daha berrak bir göz-lük-le bakabilir. Belki birçok tecrübeden sonra aslında çok da sıradışı olmayan, üzerinde iğreti durmayan ama içi doldurulmuş özgün bir kişilik ve öz bilinç kazanabilir. Bunu başarabilirse; edilgenlikten davranışlarının sorumluluğunu alan, neyi neden yaptığını bilen bir bireye dönüşür.

Anlatıcımız da işte bu ruh haliyle, tek başına İstanbul'a gelir. Serin bir sabah, biraz üşüyerek İstanbul'a iner ve ilk günü yağmurla geçer.

Liseyi geçen sene bitirmiş ve bu yıl üniversite imtihanına girmiştir. Seksenli yıllarda lise diplomasıyla memurluğa girmek ve hem çalışıp hem okumak mümkündür. O da elinde belgeleriyle gelir ve maliye ile ilgili bir devlet dairesine başvurur. Hemen kabul edilir ve bakanlığa ait bir lojmana yerleşir. Burası bekarların kaldığı bir lojmandır. İşyerindeki arkadaşları ve orada tanıştığı bir arkadaşı ona ufak ufak İstanbul'u ve kitabevlerini gezdirir.

Bu arada ailesine yerleştiğini bildiren bir mektup yazar. Aradan biraz zaman geçince üniversite sınav sonuçlarını postalamaları için adresini gönderir. Tabi ilk zamanlar dairede epey canı sıkılmaktadır ama memleketten bir arkadaşının da aynı daireye gelmesi hayatını biraz renklendirir. Bu sefer de O, arkadaşına İstanbul'u tanıtmak için mihmandarlık eder. Sanki ondan daha tecrübeliymiş gibi hisseder kendisini.

Bu arada İ.Ü. Tarih bölümünü kazanır ve kayıt işlemlerini yapar. Allah'tan fakülte sıkı bir devam istememektedir. Okulun ilk günü daireden izin alıp okula gider ve yüz kişilik  basamaklı amfiyi ve okul ortamını beğenir. Başka bölümde okuyan yeni tanıştığı bir arkadaşı sınıftan not alacak bir arkadaş edinmesini öğütler. O da, bu öğüde uyarak bir kaç defa yan yana oturduğu Kasım'ı not arkadaşı olarak seçer.

Kitaplarını okuduğu bir ağabeyle tanışmaya gider Üsküdar'a, buraya daha önce gelmiş bir arkadaşıyla. Birkaç defa daha gider Çınaraltı'nda oturan yazar ağabeyleri görmeye. Kendisinin de çok kitap okuduğunu, hatta ara sıra yazdıklarını okuyup, fikir vermesini ister. Muhterem, üst perdeden akıl verirler ve ordan burdan duyduğu afili cümleleri kaynak belirtmeden, kendi cümleleriymiş gibi telaffuz eder. Bunu fark eden anlatıcımız, yine de ilk etapta  onları mazur gösteren mazeretlere sığınır. Lakin olayların gelişmesi ve istemediği bir şekilde yani üzüntü verici bir tarzda hızlanmasıyla iyi niyeti yerini iç burkucu tesbitlere bırakır. Büyük anlamlar biçerek çıktığı bu İstanbul macerası, travmatik bir şekilde hüsranla sonuçlanır.

İçlerinden isim yapmış, toplumca saygı duyulan ve kanaat önderi olarak müracaat edilen bir kesimi; o dağdağalı süreçte 'darbe'yi öven yazılar yazarken, öte yandan dergi çıkaran birisi de elindeki denize nazır arsaları satmakla meşguldür. Sokaklarda her gün devam eden şiddet, onların işlerini sekteye uğratmadığı için; ülke güllük gülistanlıkmış gibi yaşayabilmektedirler. İşte anlatıcımızın anlayamadığı, anlamlandıramadığı nokta budur. Uzaktan dayanışmacı görünen insanlar arasında maddi durum ve dünyevi konumlardan kaynaklanan bir hiyerarşi vardır. Bilgi, iman, liyakat, yetenek, karakterlerden kaynaklanan bir farklılaşma değil.

Salih isimli arkadaşı onu bir yayınevinin iftarına götürür. Katılanların çoğu tanıdığı arkadaşlardır. Bu arada bir 'ağabey' de oğluyla iftara katılır. Oğlunun Avusturya Lisesi'nde okuduğunu öğrenince istemsizce üzülür. Heyecandan doğru dürüst hiç bir şey yiyemez ama manevi bir doygunluk da hisseder. Öğrencilerin ortaya konan iki tencereden hep beraber kaşık sallamaları hoşuna gider. Değer verdiği ağabeyin oğluyla onlardan ayrı yemesini ise garipser. 'Yalnız ağabeyimiz ve oğlu bizden ayrı olarak kendilerine ayrılan özel yerde tabaklarda yemek yediler.' (s.70) şeklinde ifade eder şaşkınlığını. Salih, yemeklerin en güzel kısımlarının onlara ayrıldıktan sonra ortaya getirildiğini söyler. 'Salih buna da üzülür.' O ise heyecandan bunu fark etmemiştir.

Bu arada Akif, acele memlekete çağrılır ve babası vefat eder. Hayatlarına bir durgunluk gelir artık eskisi kadar gezip dolaşmayı bırakırlar. Akif biraz tuhaflaşmıştır ve akşamları geç dönmektedir. Bir yerlerde toplantılar falan yaptıklarını söylemektedir. Memuriyetten de ayrılacağını söyler. 'Karşı olduğumuz yapılara hizmet mi edeceğiz' der. Ailesine bakmakla yükümlü olduğunu, böyle bir eylem yapılacaksa bunun grup olarak yapılmasının daha sıhhatli olacağını söyleyerek onu kararından caydırmaya çalışırsa da arkadaşını ikna edemez. Akif istifa eder.

Aradan bir zaman geçince Akif'in vurulduğunu haber alır. Daireden ayrıldıktan sonra ara sıra dergi ve gazete sattığını duymuştur. Caminin önünde gazete satarken jandarma müdahale etmiş, Akif engel olmak için direnmiş ve subay da yakalanıp götürülmesini isteyince kaçmaya yeltenmiş, durmayınca vurulmuştur. Ve cami cemaatinin bu olaya yaklaşımını; 'Halk sıradan bir zabıta olayı gibi ilgisiz Cuma namazına devam etmiş. Bir kısmı jandarmayı alkışlamış.' (s.73) diye  sitemkar bir üslupla vurgular.

Akif, gözünden yaralanmış ve komadadır. Kendisini onun için bir şeyler yapmak mecburiyetinde hisseder. Lakin görüştüğü arkadaşlar, havanın gergin olduğundan bahsetmektedir. Merakla gazeteleri alır.'Ağabeylerimizden biri köşe yazısında bir şarkı yarışmasına katılacak olan şarkıcıyı ve parçayı tenkit ediyordu' (s. 74). Diğeri ise, anarşi ortamıyla ilgili bir yazı yazmıştır. 'Ağabeyimiz, ordunun peygamber ocağı olduğunu, ordunun görevinin mukaddes olduğunu, bu özelliklerinden ayrı düşünülemeyeceğini yazıyordu.' (s. 74.) Kafası karışır ve taktik mi yoksa gerçekten darbeye açık destek mi olduğunu merak eder ve yarın vurulan arkadaşını ziyarete gelince yazara sormayı tasarlar. Tabi değer verdiği hiçbir büyüğü Akif'in ziyaretine gelmez. Daha birinci yılını doldurmadan hevesi kırılır.

Bu arada İstanbul'da çevreyi tanıma turlarına devam eder. Daireden tanıdığı Salih adındaki arkadaşının yurdundaki bir seminere katılır. Seminer 'Cumhuriyet Sonrası Fikir Hayatımız' konuludur. Ağabey, çok ateşli konuşur. Hiç isim vermeden o adamdan (Atatürk'ten) ve Osmanlı'nın yıkılışıyla başımıza türlü belalar geldiğinden bahseder. İki defa fenalaşarak kendinden geçer ve sonunda seminer bitirilir.

Daha sonra okuldaki not aldığı arkadaşı Kasım, konuşmacı hakkında; ceza kanunu 163 ve Ayasofya'dan bahsedip bahsetmediğini sorar ki, gerçekten bahsetmiştir. O'nun bu tip adamlara önem vermediğini, yazdıklarını ciddiye almadığını ve beğenmediğini fark ettiği için yadırgadığını ve şimdiye kadar ondan günlüklerinde hiç bahsetmediğini düşünür. Kasım, az konuşan ve çok okuyan birisidir. Kasım'ın ağırbaşlılığı ve efendiliği, tarzını onaylamasa da irtibatını kesmesine mani olmaktadır.

Bütün hayal kırıklığına rağmen ağabeylerine güvenmeye çalışır. Arkadaşının gözü için bir kampanya yapmak ister. Yine onlara müracaat eder. Fakat kimsenin onu dinlemediğini, işiyle gücüyle ilgilendiğini gözlemler. Peşinden gittiği yayınevi sahibi ona 'Hangi Akif'in demişti.' (s. 77) Konuşacak hali kalmamıştır. Paket yapan arkadaşın, Akif'le ilgili söylediği malumatlar, dergi ortamında gülerek karşılanır ve hak ettiğini düşündüğü kadar dikkat çekmez. Nihayetinde çabaları boşa gider ve kendilerine başvurduğu herkes kampanyaya ilgisiz kalır ya da komik derecede cüz'i yardımlar teklif ederler. Dilenci gibi görüldüklerini anlayarak bu meblağları reddeder. Durumunu günlükte şu cümlelerle ifade eder: 'Artık içimden daireye, okula ve hiçbir yere gitmek gelmiyor. Korkunç bir sıkıntı ve bunalım içindeyim.' (s.79)

Akif, gözünü kaybeder ve camdan bir göz takılarak taburcu olur. Akif'in durumu gittikçe düzelirken beraber dolaşırlar. 'Pek konuşmamakla beraber onun da benim gibi, bu şehre gelişimizin, hayatımızın muhasebesini yaptığını hissediyorum.' diyerek haleti ruhiyelerini tasvir eder. 'Kimin için ve kimlerle beraberdik?' Yolumuzu, hedefimizi kimler ne adına tespit ediyorlardı? (s. 80) Şüphelerini bu şekilde dillendirir.

Evden mektup alır ve bu yıl baharın geciktiğini, kayısı ağaçlarının geç çiçek açtığını öğrenir. 'Birden içimi özlem duyguları kapladı.'  Bu özlemde tabiat ve memleket sevgisi kadar, burada ilişkilerin yapmacık  ve menfaatlere dayalı olmasının da etkisi vardır. İki gün içinde kesin dönüş yapmaya karar verir.

Akif'e kararını açacaktır. Karşı çıksa da kararından dönmeyi düşünmemektedir. Böyle bir sona ihtimal vermemiştir gelirken ama olsun, kararını hayata geçirme noktasında kararlıdır.
Bunu şu cümlelerle ifade eder günlüğünde: 'Karar verdim, bu insanlar arasında yaşamayacağım. Kendime yeni bir çevre, içten ve dost insanlardan bir dünya kuracağım.'(s.81)

İstanbul'da kendi olarak ve inandıklarını inkar etmeden var olabilmenin imkansıza yakın bir seçenek olduğunu tecrübe etmiştir. Kasabasına, ailesine yani ana rahmine geri dönecektir. Belki de burada yaşadığı travmaları atlatabilmesi uzun yıllarını belki de bütün hayatını alacaktır. 'İnsanlar, inançları ve kavgaları böyle değildi.' (s.81)

 'Akif, elindeki defterde yazıların bittiği sayfanın üzerinden gözlerini ayıramadı bir müddet.' (s.82) Valizinden çıkardığı gazete küpüründe, günlük anarşi sayfasındaki haber şöyledir:

           İSTANBUL- Dün Akaretler otobüs durağında okula gitmek için vasıta bekleyen karşıt görüşlü öğrencilerin silahlı çatışması sonucu bir öğrenci ve çatışmayla ilgili olup olmadığı henüz tespit edilmeyen bir memur öldü. Ölen memurun üzerinde adına düzenlenmiş bir kimlik, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi öğrencilerine mahsus bir kart ve Haydarpaşa-Malatya arasına kesilmiş bir tren bileti çıktı.

Akif, yırttığı küpürü defterin yarısı yazılmış son sayfasına iğnelerken, biletleri kontrol eden kondüktöre biletini uzatır. Artık O da arkadaşı gibi, İstanbul'a veda etmek durumundadır. Daha dün arkadaşını vazgeçirmeye çalışırken bugün böyle bir karar alacağını  hiç düşünmemiştir. Arkadaşının kör bir kurşuna hedef olarak hayatının baharında veda etmesi; dönüş kararının ne kadar isabetli olduğunu göstermiştir.

Hikayeyi okuyunca insan, anlatıcının daha sonraki deneyimlerini, hayatının nereye evrildiğini de merak ediyor doğrusu. Bu kadar ceset üzerinden duvarda biten incir misali hayat kendine nasıl yol  buldu? Kahramanımız özlediği çevreyi oluşturabildi mi?

Not: Ali Kemal Temizer; 1953 Mardin doğumlu olup yayıncılık hayatına Düşünce Dergisi ile başlamış ve Beyan yayınlarını kurmuştur.

Babür Kitabından...






Kabil'den sonra nehir boyunca inince,  Dokuz şelale, Nenehar mıntıkasının sağ koluna gelinir ki, buranın alçak vadileri kar nedir bilmez. Nehir, güneyde Alpler kadar yüksek Sefid Kuh zinciri ile kuzeyde Hindikuş yamaçları arasında yer yer daralıp genişleyen bir yatakta akar.
Sol sahildeki Lamgan'da Nuh peygamberin babası Lameş'in mezarı vardır, zaten adını da Lameş'ten alır. s.61

Kabil'in banliyösü, kuzeydoğusundan karların eksik olmadığı dağlarla çerçevelenmiş meyve bahçelerinin mesut gülüşünü etrafa yayar. Eski kralların sarayı güneydoğuyu taçlandırır. Burası bahçelerle süslü yüksek bir tepedir; bu bahçeler ölümsüz (!) peygamber İlyas'ın ayak izinin yakınındaki bir kaynağın sularıyla sulanır. s.60

Gazne, 2350 metrede kerpiç evler, donuk ve karanlık bir kasabadır. Derler ki; Gazne, yeryüzünün cehennemidir ama Allah daha başka bir cehennem için buradan vazgeçmiştir.
Gazneli Mahmud, Babür'den beş yüzyıl önce bütün Afganistan ve Doğu İran'a hakim olmuş Keşmir, Ud ve Vindya dağlarına kadar Hindistan'a hakim olmuştur. s.62

Babür'ün önceleri sahip olduğu ülke Afganistan'ın bir bölümü kadardı, en yüksek ve en vahşi kısmı. Burası çeşitli kabilelerden mürekkep bir nevi Babil kulesiydi. On bir, on iki dil konuşulurdu. Türkçe, Farsça, Moğolca, Peştuca daha doğrusu Afganca ve çeşitli lehçeler... s.63

Herat'ta  Hoca Abdullah el Ensari'nin türbesi vardır ki, türbeye 'çamaşırhane' denir. Şairin  dediği gibi; 'İlahi rahmetin bulutları, insanların kara günahlarını orada temizliyor'. Mevlana Nureddin Abdurrahman'ın da türbesi bulunur. Kendisi Camidiyeli olup doğduğu yerle anılır. s.75-76-77

Güneşli bir Aralık günü


Bugün bir rüya gördüm. Gündüz İskenderpaşa İlkokulu'nun yanındaki caminin çaprazında bulunan iki katlı evin yanından geçmiştim. hatta ben orda birini beklerken evin ortasındaki kapıdan bir çocuk çıktı. Tam ben de üst katta birilerinin oturup oturmadığını düşünüyordum. Çünkü üst kat pencereleri bakımsız kırık dökük görünüyordu. Ama orta pencerede tül vardı sanki birileri oturuyor gibiydi. aşağı katta solda kapanmış bir dükkan, ortada kapı -ki geniş, iki kanatlı bir kapı-, sağda da başka bir dükkan vardı.

Acaba çocuğu durdurup içeriye bir baksam mı, diye düşündüm. Sonra işim olduğu için vazgeçtim. Kapının aralığından sağ tarafı hafif aydınlanmış bir görüntü görür gibi oldum. Sanki iki taraflı merdiven vardı. Yada ben öyle hayal ettim. İlkokulumun da  eski tarz  iki taraflı merdiveni vardı. Eskiler mi  bize güzel gelir, yoksa gerçekten bedii olan mı geleceğe taşınır, bilemiyorum. Lakin
anılara ve köklere önem vermeyenler, bizim kadar eskiye bağlı olmuyorlar, sanıyorum.

Neyse... Gelelim rüyama. Genelde uzun yıllardır pek rüya görmemekten daha doğrusu hatırlayamamaktan muzdaribim.

Bugün hava Aralık ayı olmasına rağmen yazdan kalmaydı. Güneş ısıtıyordu. Bazı sıkıcı ve rutin dünyalık işler için dışarı çıkmıştık. Güneşten faydalanmak için yolumuzu uzatıp Malta çarşısına gittik. Ordaki avizecilere de bir göz attık. Bazı tasarımları beğendim. İtiraf etmeliyim ki, eskiden yani gençken pek de ilgimi çekmezdi tasarımlar. şimdiyse kullanmadığım şeyler bile olsa mesela kuyumcu vitrinlerindeki altın tasarımlarına bile bakıyorum, kullanmayı sevmesem de. Sonra gidip Yavusselim'e çıkan arka sokakta birer döner dürüm yedik. Oradayken iki Pakistanlı geldi yemek yemeğe.

Ordan çıkıp kürkçü dükkanına geri döndük. Atpazarı'na. Dışarda oturup üç çay içtim. Dışarı çıkarken sıkı giyinmiştim. Sadece ellerim üşüdü. Orda otururken Fatih camisinde Mursi için eylem olduğunu ögrendik. Aklıma geçen yıllarda coşkuyla  katıldığımız bu tip eylemler geldi. O çoşkuyu yitirdiğimiz için hüzünlendim doğrusu. Filistin için, Suriye için, Mısır için. Ne umutlarımız vardı kardeşlik, barış ve huzur için.  Maalesef basiretsiz ve menfaatperest idareci ve bireyler yüzünden coğrafyamız kana doydu. Milyonlarca insanın hayatı altüst oldu. Yetmedi Mısır'ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı Sisi tarafından ölüme terkedildi. Mahkeme salonunda fenalaşıp müdahale edilmeyerek can çekişerek öldürüldü. Yetmedi oğlu infaz edildi. Medeniyet; Akif'in dediği gibi 'tek dişi kalmış  canavar'mış gerçekten. Bilim, teknoloji gibi afili kavramlar, insanlığı medeni yapmaya yetmiyor, öldürmeye, sürgün etmeye, malına mülküne el koymaya yetiyor ancak. Amerika'nın işgali gibi tıpkı! Tıpkı Kızılderililerin ve Amerika kıtasının asıl sahiplerinin İspanyollar tarafından soykırıma uğraması gibi.  Zannettiğimiz gibi bunlar sadece müslüman olduğumuz için değil, insan olduğumuz için başımıza geliyor. Kötüler sadece ötekinin elindekini cazip görüyor ve çalmayı seviyorlar.

Neyse, yine rüyamıza dönelim. Gündüz gördüğüme benzer bir eve giriyorum. ama bu ev daha yüksek, yan yana bitişik, bilmediğim bir ev. Merdivenleri çıkıyorum. Yanımda bir arkadaş var. Evde misafirlerim var. Annem mi Kamile abla mı hatırlamıyorum. Yanında da esmer bir kız var, uzun boylu. Yemeği hatırlayamıyorum. Misafirim her kimse bana sitem ediyor o kız yada kadına elbise vermemi istiyor. Ben de masadan kalkıp onu kıyafet seçmeye götürüyorum. Sanki başka bir eve gidiyoruz. Oraya merdivenlerden iniyoruz bir kat. İnerken merdivenin duvarlarına asılı uzun bir elbisemi ona veriyorum, yeşil renkli. Eşyalı bir ev burası, arka tarafında boydan boya asılmış çamaşırlar var. Balkonda bir de gelinlik vardı galiba divanın üzerinde. Balkon dere gibi bir suyun kenarında, güzel bir manzarası var. Yanımdaki kızla ama bu kıyafet verdiğim kız değil, karşıya geçip biraz uzaktan da bakıyoruz. Çamaşırları da toplayıp eve koymam lazım diyorum. Bir miktarını topluyorum. Bu arada uyandım. Ama o çamaşırlarla dolu balkon bir film sahnesi gibi hala gözümün önünde.

Uyanınca, o evin muhtemelen Gazze'de, karşıdan gördüğümüz türbe gibi bir tarihi yapıyı bana hatırlattığını hissettim. Acaba ne diyor bu rüya bana. Uyanınca kendimi huzurlu hissediyordum gerçi. Ayrı bir güzelliği vardı o çamaşırların, rüzgarda nazlı nazlı dalgalanıyorlardı. Dünya ne kadar ilerlerse ilerlesin, tam olarak çözemeyeceğiz insanın gizini. Açtığımız her kapı başka bir kapıya açılıyor çünkü.

Belki sonuncu (4.) cildini okuduğum fantastik roman İlma'nın da bu rüyada biraz payı vardır. Yazar öyle akıcı ve canlı betimlemeler yapmış ki, bir film seyreder gibi okuyorum kitabı. Okurken zihnimde sahneleri canlandırabiliyorum kolaylıkla. Her gün uyumadan önce o gizemli diyarlara gidiyorum. İşte böyle bir şey hayat dediğimiz şey. Anlam ararken yıllar geçiyor, ömür bitiyor.

Hayrolsun!

Not: Daha sonra tesadüfen Lübnan bölümüne rasladım. Meğer ordaymış bu eski yapı.

Yol, yağmur ve kader...





Yol, yağmur ve kader...
                                                                                                             30 Ekim 2015
                                                                                                            

İşte yine yoldayız, Ekim sonbahara direniyor. Biga-İstanbul güzergahı yemyeşil.

On sekiz yaşımdan beri bu yolu kah Bursa, kah Tekirdağ üzerinden gider gelirim.
Her yol bana bir nevi itikafa girmek gibi gelir. Düşünceler, kararlar, kararlılık yeminleri uçuşur kafamda.
Hep menzile varınca potansiyelimi yüzde doksan harekete geçirmeye ant içerim. Planlar, projeler havada uçuşur. Bir rahatlama olur sanki akşamdan bulaşığı yıkayıp mutfağı toplayıp yatmışım gibi.

Kafaya takılan noktalar, sorun yumakları kolayca çözülür. Varlığın kühnüne varmış gibi hissederim kendimi.
Öyledir de biraz.. Geçici ile kalıcı olan arasına bir set çekilir. Yaşamsal olan yani moral bütünlüğümüzün korunması için elzem olan nelerse, onlara sıkıca sarılmak için niyetler edilir.

İstanbul güzergahında bize güzel bir sonbahar yağmuru eşlik ediyor.
Arabanın teybinden bize Sezen, Hümeyra; tabi şimdiki kadar çatlak değil bu şarkıları söylerken, Ahmet Kaya, Müslüm Gürses, Orhan  Baba vs.yoldaşlık ediyor.

Ne kadar çoraklaştığımızı düşünüyorum. Bi daha böyle yüreğe dokunan parçalar çıkması için kaç nesil geçecek. Hoş Orhan Baba baya karizmayı çizdirdi. Ahmet Kaya'nın eşi de adeta ihanet gibi O'nu unutturmaya çalışıyor. Kaya ile aramıza set oldu. 

Biz yetmişlerin doğurgan atmosferini soluyarak büyüdük. İnsan ilişkileri ve mahalle sıcaklığının yok olmadığı, farklı siyasi anlayışların, gelir guruplarının aynı mahalle atmosferinde mecz olabildiği yıllar. Bu şanslı ortam geleceğe umutla bakmamıza imkan verdi. 

O zamanlar tek sıkıntı fakirlikti ama o da herkesin ortak derdi olduğu için daha henüz kaybolmamış olan dayanışma ve sessiz bir anlaşma ile bir şekilde çekilebilir hale geliyordu.. Çünkü herkesten önce televizyon alan komşu otomatikman bütün mahallelinin de külfetine rıza gösterecek bir sabır ve incelikle misafirperverlik gösterebiliyordu.
Şimdi her şeye sahip olup hiçbir şeyi paylaşamamaktan mütevellit bir karamsarlık, saldırganlık ve ruhsal çöküntü hali içindeyiz. 

İçine doğduğumuz toplumun parçası olamayınca, insani olan hiç bir şeyin de parçası olamıyoruz.. Haz dışındaki ruhi ve imani hasletlerimiz de koca birer balona dönüşüyor.

...... 

İstanbul'a yaklaştık artık.
İri damlalar yerini sakin bir yağışa bıraktı. Fonda Ahmet Kaya, Amenna diyen bir tevekküle çağırıyor. Sağda nispeten açılmış bir gökyüzü var. Bazı yerde gri lacivert arası bazen de camgöbeği uçuk yeşile çalan durgun deniz.

Tabiat; sakin ve dingin, kendiyle ve dünyayla barışık bir alemi hatırlatıyor.
İtiş kakışı değil, haddini bilmeyi telkin ediyor.
Büyük bütünün küçük parçası olmaya razı olmak!

Zannederim post aydınlanmacı dünyanın kühnüne varamadığı, göremediği bu basit gerçek. Daha, daha değil, olması gerektiği kadar. Kendine yetecek kadar. Gerisi ancak yük oluyor hırçın, saygısız ve saldırgan zamanelere.

Hepsi birer vehimden ibaret olan disiplinler, ekonomi gibi bilimsel buluşlar gibi sahte ilerleme vaazları bize ancak, bir hastanenin soğuk odasında yapayalnız ölümü karşılama konforu sağlıyor.

Teyzem seksen dört yaşında bir hafta yoğun bakımda kalarak bu hayata veda etti. Ne hazin bir ölüm! Kendini bu kadar garipleştirebilmek insanlığın, acziyetimizin en ayyuka çıktığı yer.

Belki de buradan; ölülerimizi ruhsuz kurumlardan koruyarak başlayabiliriz.
Artık yaşamak uzun ve yıpratıcı bir can çekişmesine dönüşmüş bulunuyor. İnsanların tedirgin ve iflah olmaz marazi hallerini gözlemlemek, başlı başına acı verici bir işkenceye dönüşüyor ve bunaltıyor.

İnsan sona yaklaştıkça yoruluyor ve kaderinin sonunu merak ediyor en çok.
O kadar da soğukkanlı olamıyor çünkü dünya elini kolunu bağlayan bir büyük arenaya dönüşüyor giderek. Hayaller kendi çabamızı aşıyor teknesi batan mülteci gibi. 

Su boyumuzu aşıyor. Salvolar tek tek değil topluca insanlık mefhumuna saldırıyor. Çabalarımızın ne kadar, neyi düzeltmeye vesile olduğunu kestiremez hale geliyoruz.
O zaman serinkanlılıkla, tevekkülle öyle körlemesine ve inatla iyi kalma, bu dünyada hayırla anılacak şeyler vücuda getirmek kalıyor sabırla..

Tekrar başlıyor yağmur. Hem yerleri hem zihnimi yıkamak için.

 Açık gri bulutların ardında ortaya çıkmak için sabırsızlanan kaçamak bir güneş huzmesi,bir şeyler ima ediyor sanki. Ve anneden alınıp suya konan yaprak güzeli ve cam güzeli dalları..Yeniden toprakla başlamak şehirde, ruhumdaki yaralara merhem olabilir.

İstanbul'un hem cazibeli hem ürkütücü karmaşası, toprakla bağımı kopartırsam beni de içine çekebilir yoksa!

Türkiye'nin Dört Yılı 1552-1556






Kanuni devri.
İspanya'dan gelip gemici esiri olarak İstanbul'da dört yıl kaldı, dönüşte gezi notlarını 1557'de, Kral Filip'e rapor olarak takdim etti. Muhtemelen kendi gördükleri kadar İspanya'ya dönen başka esirlerle de görüşerek yazılmıştır. Üç kişi arasında soru-cevap şeklinde yazılmıştır. Tercüme edilen eser; 1905 yılında, Manuel Serranoy Sanz tarafından el yazması olarak neşredildi. Başka bir seçki de, 1964 yılında Fuad Carım tarafından Fransızca'dan yapılmıştır. Adının Osmanlı'nın Dört yılı olma ihtimali fazla. Çünkü Osmanlı'nın en kudretli devri Kanuni devri. Ulusalcı saiklerle böyle adlandırılmış olabilir.
4 Ağustos 1552 yılında Prens Doria komutasındaki imparator donanması, Cenova'dan Napoli'ye giderken Sinan paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının saldırısı sonucu yedi kadırgası zapt edilir. Ve anlatıcımız esir düşer. Kaptanlar esir düşme korkusuyla Mağribi ve Türk kürekçilere zor kullanmadıkları için esir düştüklerini iddia ediyor.
Pedro, kürek mahkumu olmamak için hekim olduğunu söyler ve diğer Hristiyanlar tarafından sevilmez, İspanyol olduğu için yağmacı olarak görülür, diğer esirler İtalyandır.
Sinan Paşa'nın yanına verilir.
Pedro, gemide bulduğu bir tıp kitabını ezberler, hasta esirleri öğrendikleriyle tedavi eder. Bir gün ölmek üzere olan bir esir getirirler, Pedro, öleceğini söyler ama inanmazlar ve berberi çağırırlar. Berber ücrete mukabil iyileştirmeyi kabul eder ve peksimetle suyu karıştırıp üzerine zeytinyağı döker ve sonra tuzla yüzük taşı kadar nöbet şekeri ilave eder ve zorla hastaya yedirir. Gece hasta ölür ve denize atılır. Berber Pedro'ya ' Müslümanlar Hristiyanlar gibi değil, onlar hastanın iyileşeceğini söyle onlar ölünce hekimi suçlamazlar. tanrının takdiri derler' der.
İstanbul'daki hekim ve eczacıların çoğunun Yahudi olduğunu söyler. Bunlar genellikle babalarından bu mesleği devralmışlardır ve eski destanlardan öğrendikleri şeylerle tedavi yaparlar. Çoğu İbni Sina'yı bile okumamıştır, der.
Pedro daha sonra papaz kıyafetiyle İstanbul'dan kaçar ve önce keşiş olduklarını iddia ederek Aynaroz adasına giderler. Burada yirmiden fazla manastır vardır. Akşam yemek olarak önlerine tuzlu bakla, keçi pisliği büyüklüğünde zeytin, kuru ekmek ve ikram olarak bir baş da soğan verirler. Manastırdakiler bunu, vaazlara uygun yaşadıklarını göstermek ve duyanların manastırlarına bağış yapmasını teşvik için yapar. Daha sonra uğradığı Roma'da papa ve kardinalleri bizzat görür. Papa asla yürümez. Omuzlar üzerine yerleştirilen koltukla taşırlar. Kardinaller erguvan renkli cübbe ve takke giyerler. Vatikan'a giderken katıra binerler. Dini merasim dışında ise başlarına şapka takar ve kılıçla gezerler. O zamanki Roma'da on üç bin hayat kadını vardır. Bunlar müşterilerini soyar ve din adamlarını makamına  uygunsuz hareketlere sürüklerler.
Ayrıca ne Atina ne de Yunanistan'ın hiç bir yerinde ne okul ne de tarihin kaydettiği eski kültürlerden eser yoktur, der. Zaten Yunan kültürünün uydurma olduğu, asıl Mısır kültüründen bahsedilebileceğini anlatan ciddi tezler vardır. Çocuklarını papazlara teslim ederler, onlar da zar zor okuma ve iki üç gramer kaidesi öğretirler,, diye ilave eder.
Kazasker, müftü ve kadılar padişahtan aylık alır, en yüksek maaş kazaskerinkidir ama o da papanınkinden azdır, yarısı kadardır. İmam ve müezzinler cami vakıflarından cüzi bir ücret alır  ve hepsinin bir mesleği vardır. Tashihler ve el yazması ile geçinirler. (s. 142)
Pedro; Müslümanların Sen Piyer, Sen Pol ve Sen Jan'ın iyi insanlar olduğuna inandıklarını, büyük saygı duyduklarını ama kutlamayı günah saydıklarını belirtir. Lakin Sen Jorc gününü 'Hıdırellez' adıyla kutladıklarını onun Türk evliyası ve şövalyesi olduğunu iddia ederler. Padişah sefere çıkarken 23 Nisan'a denk getirmeye özen gösterdiğini, bugün savaşa başlanırsa kazanacaklarına inanırlar.
(s.33-34)  Kadınlarla erkeklerin kıyafetleri aynıdır, başlarındaki beyaz başörtüsü dışında. Kim erken kalkarsa o istediğini giyer. Durmadan kıyafet değiştirmezler. Yakasız mintan, bol şalvar, kıvrım kıvrım kollu kaput ve üstüne kaftan giyerler. Mintan yani gömlekleri pamuktandır ve başka bez kullanmazlar. Mintanın üstüne giydikleri elbiselerin kolları dirseğe kadar ve boyları dize kadardır, Abdest almada kolaylık olsun diye. Bunun için kolluk takarlar, dirsekten bileğe kadar görünmesin diye. İnce kumaştan şalvar giyerler. Kışın üşümemek için ince şalvarına yün şalvar giyerler, Ayağa kırmızı ya da sarı mes giyilir.
Rum, Yahudi, Macar, Venedikli sivil askerler yani herkes topuklarına kadar uzun elbise giyerler.



YAZMAKLA YAŞAMAK ARASINDA...


İçimden geldiği gibi yazmak istiyorum bazen. Sonra bakıyorum çekincelerim var. Kafamda bitirmediğim konularda yazmak bir şeylere birilerine ihanet etmekmiş gibi geliyor. Ucundan kıyısından bir şeylere değinmek içime sinmiyor

Sanıyorum yazmak için yaşamayı hissetmeyi sessize almak gerekiyor. Anı yaşamak taraftarı olan birisi tam anlamıyla kendini ifade edemiyor. Ya da bana öyle geliyor. Dürüstlüğümden ödün veriyormuşum gibi sanki…

Belki de bu amatörlük. Profesyonel olarak yazmayı iş edinmek gerek. Yani yaşadığım, hissettiğim, şahit olduğum şeyler, hayatımın ve kendimin bir parçası. Onları nesneleştirmek yazıda kullanılabilir olgulara dönüşmesi için zaman lazım. Araya duygular ve benlik kaygıları girince kendimi faş ettiğim duygusu hatta birikimlerimi kullandığım duygusu ağır basıyor. Onun için dolaysız olarak benim  bir cüzüm olmamış konularda daha kolay ahkam kesebiliyorum. Tabi onları da kendime ait kural kaide içinde yapıyorum ama yine de o  zaman yaptığım tespitler daha sağlıklı oluyor.

Okumalar böyle değil. İster olumladığım isterse anlam dünyamda hiçbir karşılığı olmayan bir kitap yazı vs. olsun beni etkisine almadan onunla bir bağ kurabiliyorum. Katılmadığım düşünceler, faraziyeler ve yaşanmışlıklar da olsa, bana bir şekilde katkı sunuyor.Olumlu olumsuz her şekilde yeni bir bakış açısı kazandırıyor.

Bazen okuduklarımla öyle bir özdeşlik kuruyorum ki sanki ben konuşuyorum gibi oluyor. Kendi yalnızlığımda uzaklardan geçmiş zamanlardan bir arkadaş hatta dostla buluşmuşum gibi oluyorum. İnsan yaşlandıkça ne kadar az insanla etkileşim içine girebildiğini fark ediyor. Genellemeler yerini gittikçe açılan alt başlıklarla çatallanmaya bırakıyor. Pek çok inancımız ve kabullerimizin zihnimizin bize oyunu olduğunu fark ediyoruz. Kişiliğimizi oluşturan nüveler, başkalarını anladığımız onların bizi anladığı ortak noktalar bulduğumuz zannını da beraberinde getiriyor.

Gerçekte ise herkes farklı şartların ve güdülerin saikiyle hareket ediyor. O anda bizim için hayati olan bir kanı aslında karşımızdaki için teferruat mesabesinde olabiliyor. Ama biz kendi doğrularımızla o kadar büyülenmiş vaziyette oluyoruz ki, karşımızdakini veya onun emellerini tahmin ve tahlil edemiyoruz. Bu durum gençlikte bizi yanıltıcı bir ortam ve şartlar altında daha sıklıkla başımıza geliyor.. İleriki zamanlarda vay be diyecek kadar bir dolu yanılsamamızla yüzleşiyoruz.

Gerçi olgunlaştıkça da bu yanlış anlamalar, yanılgılar devam ediyor. Bazı konularda tecrübi bilgimiz artarken acemisi olduğumuz yeni mevzular ortaya çıkıyor. Her defasında yeni bir noktadan yanılararak, yine aynı acemilikle dünyayı ve kendimizi anlamlandırma ameliyesi devam ediyor.

Bir noktadan sonra da olanı olduğu gibi kabul edip yetinerek ve kendi hayal dünyamıza çekilerek güvenli limanlarda kendimizi zenginleştirmeye, beslemeye, onarmaya başlıyoruz.

Hayatla ve kendimizle daha barışık lakin daha heyecansız, daha tekdüze bir hayat yaşıyoruz. İşte bu ruh hali, ancak farklı okumalarla heyecan ve renk ihtiyacımızı ve bir şeylerle ya da birileriyle bütünleşme arzumuzu doyurma imkanı sunuyor. Daha az anlarken daha dolu dolu yaşarken, anladıkça azalarak yaşıyoruz. Bu azalma bir nevi fakirleşme hali ise de diğer taraftan da daha mutmain ve hafif olmamızı sağlıyor. Ruhumuzun gelgitlerinden  uzak bir kafa konforu sağlıyor ve baktığımızı görmeyi ve asıl olarak önemsediğimiz düşünce ve tutumlara odaklanmamızı kolaylaştırıyor.

Sürekli bir algı bombardımanından kurtulup asıl benliğimizin temel taşlarına yaslanmamızı kolaylaştırıyor. Gençken zaaflarımızdan dolayı kaybolduğumuz yan yollardan kurtulup kendi varlığımızın özüne dönüyoruz. Dış etkenlerin bağlayıcılığını ve ayak bağlarımızı görerek onları 
aşmamız en azından uzak durmamız, netameli ilişki ve ortamlardan kaçınmamız kolaylaşıyor.

Günün Sözü...

"Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur" 

Zaman ve Ben





Kesişen ve uzaklaşan zaman, buluşan ve ayrılan ben..

Birden fazla zaman akar.  Zaman tek değildir. Birbirine paralel evrenler gibi -bizim ve ötekilerin- zamanlarımız da akar. O statik değil, canlıdır.  Kimi hızlı, kimi  yavaş, bazı olaylarda donar, uyuşur, bitkisel hayata girer. Aynı anda hem anı hem geçmişi hem de geleceği yaşarız. Bazen insanlarla buluşuruz bazen firaka düşeriz.  Bazen günü kurtarmak gerekir, kararlılığımıza paralel bu tercih yarar sağlar, doğru bir adım olur. Bir amacımız, bir nedenimiz yoksa kaybettirir. Hem kendimizi hem geleceğimizi hem ötemizi.