DİREKSİYON SINAVI KABUSU

Yıllardır ehliyet almak isterim. Ama hep ertelerim. Bazen böyle olur ya! Sevdiğimiz şeyleri en sona bırakırız. Ben de öyle yaptım hep. Hadi şu bitsin, dur bu da hallolsun. Halbuki dünya telaşesi bitmez. Bunu bilse de insan hep erteler. Daha uygun zamanlar bekler.

Böyle erteleye erteleye nerdeyse ölecek yaşa geldim. Bu psikolojiyle hadi bu yaz halledelim şu ehliyeti dedik sonunda. Ben istiyorum, ben, ben dememek için yeterince sonraya bırakmıştım. Bu  niyetle gidip gerekli evrakı hazırladım. Yılların birikimi olarak bir acaba yapabilir miyim şüphesiyle tedirgin olsam da heyecanla bir yola girdim. Teorik derslere birkaç defa girebildim. Çünkü gündelik uğraşlarıma göre yaşamaya öyle alışmışım ki, derslerin sonuna yetişebildim. Yazılı sınavdan bir gece kala haberim oldu. Öğrencilik yılları geçeli uzun zaman olmuştu. Yine de  geceleyerek hazırlandım. Elimden geldiği kadar panik yapmadan soruları yapıp ilk çıkanlardan biri oldum. Birkaç saat sonra sonuçlar açıklandı. Geçmiştim. Bunlar çerez tabi asıl maraton bundan sonra başlıyor!

Sınıfta gördüğüm kadarıyla otuz kişi vardık. Şimdi sıra direksiyon derslerine gelmişti. Maalesef önümüzün yaz olduğunu ve yazın İstanbul'da çekilmez derecede nemli bir sıcak olduğunu hesaba katmamışım. Üstelik tatil dolayısıyla sezonluk olarak uzaklaşma planları yapmıştık.

Haziran başında gidip ortasında kursa devam etmek için geri döndüm.

    İlk gün sabah sekizde Malta’dan alacaklardı. Neyse! Direksiyon hocam yirmili yaşlarda genç bir kız. Beni aldı ilk ders benimdi. Vatan’a indik. Orada başka kursların da arabaları vardı. Hoop! Dakka bir, gol bir. Ben zaten napıcam şimdi diye heyecanlıyım. Bunlar otogarın oraya kadar diğer kurs elemanlarıyla yarışa başlamasınlar mı? Öyle deli gidiyor ki -güya hoca-. Uçuyoruz.

    İçimden diyorum, bunlar nasıl eğitmen? Yani içki içen yahut haram yiyen imam neyse o. Kafamda bir yere oturtamıyorum. Çocukça hareketler! Sonunda olanlar oldu. Parlament mavisi bir özel arabanın aynasını sıyırdı geçti bu. Adam sağa çekip durdu. Bizimki durmadı, bastı geçti. Sonra yavaşladı bir de demez mi: Korktun mu? Yok, dedim. Bana hava atıyor! Konuşsam okkalı bir vaaz vermem lazım ama ne gerek var. Tereciye tere satmak gibi abesle iştigal olacak.

    Düşünüyorum içimden derse mi girmesem ilk dersten sonra kursu arayıp şikayet mi etsem. ilk günden papaz olmak da istemiyorum doğrusu. İnsanların işine aşına engel olmak da istemem prensip olarak. Olay da mazur gösterilecek gibi değil bu arada.

    Zaten sonraki günler kendim gidip geldim. O ayrıcalık ilk gün içinmiş. Sistem şöyle; yanına oturup sürekli şunu yap, bunu yap diyerek birkaç km.lik bir alanda bir buçuk saat dönüyoruz. Bir sürü acemi var benim gibi. Bu arada orada büyük bir alışveriş merkezi, depo, lokanta, kafe gibi mekanlar olduğu için sürekli yanından tırlar değişik arabalar vızır vızır geçiyor.

    İlk defa şoför koltuğuna oturduğum için hemen uyum sağlayamıyorsun. Bir şeye dikkat edeyim derken ötekini  kaçırıyorsun. Eğitim alanında aralıklarla üç tane park yeri, bir adet de ani fren  köşesi var. Onun dışında yirmiyle falan gidiyorsun. İşte ‘sarı çizgiye gelirse tekerler geçemezsin, sinyal ver, sinyali kapat’ falan diye ikaz ediyor. Yanımdan bir araba geçiyorsa falan tabi şerit değiştirirken sinyali kapatmayı unutuyorum ben. Düz ve L park nispeten kolay geldi, en çok paralel parkta zorlandım. Adadayken kolaylıkla yaptığım halde burada dubalar yüzünden çok karışık geldi. Yarım yamalak öğrendim bişeyler. Sonraki hafta ilk sınava girdim.

    Bu arada dört sınav hakkımız varmış. Her ne kadar tam bir pratik kazanamasam da acemi olduğumuz için ufak tefek hatalarımız, heyecanımız da göz önünde bulundurulur, diye tahmin ediyorum. Çünkü benim için arabayı kaldırıp yürütmek bile büyük başarı kendi gözümde.

    Kursla ilişkimiz de ‘al gülüm, ver gülüm’ belli bir saygı çerçevesinde yürüyor. Mesaj atıyorlar falan. Şu tarihte şu var, bu tarihte bu saatte bu var. Meğer bu kısım çıraklık evresi falanmış. Hani ilkokul birinci sınıflar ilk haftayı alışma evresi olarak okul değil de parkta oynuyormuş gibi geçirirler ya öyle.

    Neyse, bindim, yanıma da yaşlıca bir MEB gözetmeni oturdu. Arkada bir bayan ve bizim hoca. Öndekinin elinde listeler falan var. Yapılacak şeylerle ilgili doküman var. ‘ biz ne dersek onu yap’ falan dedi. Yürüdük. İlk durak L park, orda sıra çok diye devam ettik. 2. Durak geri geri park etme. Onu yaptım. Oradan paralel parka geldik. Arkadaki gözetmenle kurs hocası indiler. Öğrendiğim kadar yaptım. Arabanın burnu biraz yamuk kaldı. Aslında iki hamle hakkımız daha varmış ama heyecandan unuttum. Düzleştir dese düzleştircem. Lakin ‘ sanki benim yerime o geçip yapacakmış da etik değilmiş gibi bir tavırlar, bişeyler… Bitti mi dedi. Çaresizce bitti dedim. Hop indirdi beni arabadan. Öyle bozuldum ki! Bin götürelim, başlangıç noktasına dediler. Kabul etmedim. Yürüyerek uzaklaştım.

    Çok canım sıkıldı. Bu gözetmenler, milli eğitimden görevlendiriliyorlar. Maaşları dışında ek bir ücret alıyorlar. Her isteyen de bu şansa nail olamıyordur eminim. Çoğumuz ilk sınavda geçsek bir çoğu bu ek gelir imkanından mahrum kalırlar. Yani böyle burnundan kıl aldırmaz davranmaları tamamen duygusal sebepten. Yoksa iyi bir eğitimci ‘sınavın da bir öğrenme süreci’ olduğunu bilir. Sonuçta sınav sorusunu kopya vermiyor. Pekala uygun yerde uygun müdahaleleri yapabilir. Senin koltuğuna oturup direksiyonu o kullanmıyor ya!

    Bu arada asıl bomba olayı atladım. Sıramı beklerken bizim kursun çadırının yanında çay alıp boş sandalyeye oturdum. Başka bir hoca laf attı ama kaldırmaya da şeyedemedi. Yanımda da direksiyon hocası. Heyecanlıyım. Benden önceki kursiyer nasılsa başarıyla bitirmiş, gözetmenle bi on dakka sohbet ettiler. Ben de bekliyorum, o insin diye. Heyecanlıyım hatta yalnız geldim. Yanımda olursanız daha çok heyecan yaparım diye. Bir tarafımda da sekreter var. Bunlar öbür hocayla sohbete başladılar mı tepemde? Sekreterde de liste var ve tek tek yorum yaparak değerlendiriyorlar ama ne değerlendirme! Ben asla bunun spontane bir olay olduğunu düşünmüyorum ama alışılmış bir durum galiba onlar için. Diyalog şöyle; bu felanca 3.ye giriyor. Geçemez. Şu geri zekalı. Bu heyecan yapar. Bilmem kim de bilmem kaçıncıya giriyor ama babası da iyi bir insan!. Kaptırdılar dümdük gidiyorlar. Hoca da hoop ya siz napıyonuz, burda bir aday var sıra bekliyor, demiyor. Bu psikolojiyle başladım. Ve tabi hüsran.

    Üç sene önce de niyetlenmiştim. Hatta bütün belgelerimi hazırladım. Çeşitli engeller çıktı yaptığım masraf da boşa gitti. Öyle kaldı. O zaman mevzu buralara kadar gelmemişti. Hatta on yıl önce falan olsa arabayı kaldırmak yetiyordu. Maalesef bu arada her neviden sınavlar ‘gelir kapısı’ haline dönüştü. Sanki iyi bir şey yapıyoruz iddiasıyla, bir rant kalemine dönüşmüş de haberim yokmuş dünyadan.

    Resmiyetten , memuriyetten hoşlaşmayan bir kimse olarak;  baya bi kopmuşum gidişattan. Gerçi ucundan kıyısından tümden bilmiyor da değildim ama… O anlı şanlı kolej denen yerlerin nasıl boş beleş, makyajlı binalardan ibaret olduğunu ama birebir içine düşünce afallıyor insan yine de. Mecburen  tatilimize geri döndük. Öyle canım sıkıldı ki, kursa gelmeden önce köyün sokaklarında pratik yapmak için can atan ben, bu sefer hevesim nerdeyse söndü. Artık ‘biraz çalışalım boş yollarda’ demeyi bıraktım. Kurstan gelen telefonlara bile cevap vermiyorum. Çünkü iyi niyetlerine, samimiyetlerine en önemlisi de ciddiyetlerine olan inancımı yitirdim. Sürekli arıyorlar ‘sınav ücretini yatırın’ diye. Yatırmıycam, bu ay girmiycem diyorum. Boşuna masraf git-gel en iyisi Eylül’e bırakalım. Tabi bilmiyorum kazın ayağı öyle değil, perdeliymiş!

    İlk sınavın ücretini ödeyince ara vermeden hepsine girmek şartmış. Ücreti yatırmadığım halde benim adıma başvurmuşlar. Dönünce anladım böyle bir kural olduğunu. Neyse konuştuk itirazımı kabul ettiler. Bu arada ben de bu işleri bilen bir tanıdıktan rapor alırsam hakkımın kaybolmayacağını öğrendiğim için rapor göndermiştim zaten. Maalesef sekreter bu detayı da bana söylemeyi unuttu. Olay ehliyet almaktan ziyade bürokrasinin boşluklarıyla mücadele etmeye dönüştü. Aramızda bir gerilim oluştu gerçi sınav esnasında maruz kaldığım konuşmalarla başlamıştı zaten.

    2. Direksiyon sınavı

    İkinci sınava girerken yine iki saatlik ders alma zorunluluğu var bu defa başka bir hocanım ile çalıştık. Gayretli biriydi. Daha çok paralel park üzerinde durduk. İlkine göre sınava giren amca da iyiydi. Fakat son dakkada klasik üç hamlemi yaptıktan sonra ‘tekerin biri çizgi dışında kalmış olabilir’ dedi. Fakat bu iki hamleyi (ileri ve geri), nedense hiç denemediğimiz için arka dubaya çarptım ve arabadan indirildim.

    Lakin gözetmen bunu bana söylerken ağzında öyle bir yuvarladı ki tabi bir de hocanımın koşarak büyük bir zafer kazanmış edasıyla dubayı göstermesi. Sanki sırf adayı ikna için o arabaya biniyorlar hatta sankisi fazla. Bu yüzünden hala beni yanıltmak için o hamleyi yaptırdıkları şüphesi taşıyorum. Keşke birisine orada durup video çekmesini tembih etseydim. O gün beni sınava yetiştireyim derken tam Bahaus’un karşısında beyaz bir tır tarafından refüje yapışıyorduk. Son anda fark ettiler de tır durdu. Buna rağmen arka tampon düştü, şoför tarafı boydan boya çizildi. Anında iki yunus geldi nerden çıktılar bilmem. Tırdan da iki kişi indi. Biri şoför diğeri muavin. Hatalı olan bizdik. Birkaç metrelik bir yer oradan sağdan üst yola geçecektik. Ne polisler ne diğerleri yardım etmiyor. Öyle bakıyorlar. Ben papağan gişi 'geç kalıyoruz' diye söyleniyorum. deliş kızın derdi misali. En son zorla el attılar, tamponu arka koltuğa yerleştirip zamanında vardık. Gerçi varamasak da olacakmış ya neyse.

    3. Sınav

    Üçüncü de bu sefer 29 Ekim provası zamazingosu varmış. Vatan caddesi ve pek çok yol kapatılmış. Allah’tan erken çıkmıştık  değişik yollardan zar zor yetiştik. Benden önce kim kullandıysa herhalde bacakları uzun birisiydi- oturdum oturamadım bir türlü yerleşemedim. Gözetmen (sınava girenlere ne deniyorsa) de yaşlı biriydi. Son sınav da benimkisi 12den önce. Ters konuşuyordu. Hani hemen bir hata yapsa da bitirip yemeğe gitsek derdinde. Sanki karşısında çocuk var da azarlıyor gibi. Gerçi çocuk da olsa bir eğitimci öyle davranmamalı. MEB bunlara arada test falan yapmalı. Gerçekten öğretmenlik tezgahtarlık gibi sadece mayışlı bir işe döndü. Gerçi bu ekonomik krizde adamlar belki de ev taksidini ödemek için hafta sonu da bu tür işlere geliyorlardır. Sonuçta her şey zincirleme şekilde gerçekleşiyor. Aşçı bahçıvana, bahçıvan bilmem kime şeklinde. Genç öğretmenler desen işleri pek de gelecek vaat etmiyor.. Arkası olmayan alamıyor galiba. Hep yaşlılar.

    Rahat oturamadığım için L parka girdik. Çıkarken çizgiye deymişim ki ilk defa oldu. En az elli kere yapmışızdır. İlk yaptığımda bile böyle bir hata yapmamıştım. Yanındaki çömez karşıdan elini kolunu sallayarak geliyor. Tabi indim, yürüdüm söylenerek.

    Yukarda bir genç delikanlı ‘ Almıycam ya Allah belalarını versin!’ diye telefonla konuşarak gidiyordu. Bir kız da ağlayarak iniyordu. Tekrar tekrar ders alıp bir defa bile turu tamamlayamamak! İşte dram bu. Ve işlerine geliyor çünkü kazanıyorlar. Kurstan bir temsilciyi arabaya oturtuyorlar ama sıfır gibi etkisiz eleman. Her alanda olduğu gibi oturma dışında bir işlevi yok. Aslında direksiyon hocası kursiyerin durumunu daha iyi bilir. Öbürü seni beş on dakka görüyor. Milli eğitimden geleni de orda gezinen birileri denetliyormuş. Keşke hepsi robot olsa! Ne değişir zaten bir farkları yok. Sistem öğretmenine de güvenmiyor sanki kendileri ve eğitim çok matah gibi!

    Böylece son sınava geldik o da bir hafta öne alınmış başka sınav var diye. Zaten moral motivasyonum da dibe vurdu. Hatta gitmesem mi diye düşünmedim değil. Keşke de girmeseymişim  sonu sürprizli filmler gibi oldu.

    Bu defa da önce yardımcı ön arka zımbırtıları hızlı hızlı sordu. İsteksiz ve lakayt cevap verdim her defasında da aynı şeyler sorulmaz ki canım. Sonra koltuğa yerleştim. Bu defa da kırklı yaşlarda biri geldi. Arka kapı açıktı. Arkamızdaki sınav aracı gelip kapıya çarpmasın mı? Onun ön tamponu göçtü. Tabi ben 2. Sınava gelirken bu olayı yaşadığım için panik yapmadım. Hatta tam olayı anlamadım. Arka bağajı sayarken ağır bir kutuyu indirmişlerdi. Kaputu açmak için. Onu hızla koydular sandım.

    Kurstan da müdür arkaya geçti. Görevli bana sakin olmamı söyledi yola çıktık. Kasise yaklaşınca baktım adam frene basıyor daha beş-on metre var. Neyse ben de yaklaşınca frene basıp yavaşça geçtim ilerde yolum üstünde bir yaya vardı yine yavaşlayıp geçmesini bekledim şerit değiştirirken sinyal verdim, sonra kapattım. ‘l parka girelim mi?’ Yok. Ani fren? Yok. Geri geri? Yok. Paralel parka gelince yanaş dedi sinyal vererek yanaştım. Bütün yerler dolu. Yukarı gidip geri gelirim diye düşünüyorum. O arada bana dikkat etmeyen bir beyaz araba gördüm sol aynada. Yukarı gidip durdum. Adam demez mi ‘ senin trafiğe çıkmana izin veremem’ ne demekse? Ortada bir vukuat yok.

    Niye? Sanki ben çarpmışım arabaya. Böyle saçmalık olamaz. İtiraz ettim. ‘Ben aynadan gördüm. Sinyal de verdim’ diye. Kurs sorumlusu dut yemiş bülbül gibi susuyor. Ağzını açmıyor. Meğersem ağır baskı altındalarmış. Bilmediğim için fena sinirlendim. ‘Estağfirullah’ deyip indim. Bu söz ağır küfür içerir. MEB’in psikologları yok mu Allasen. Panik atağı olan birini niye sahaya gönderirsiniz?

    Yemin ederim Gazze’deki kuralsız, lambasız trafik buradakinden daha az sorunlu ve kazalar daha azdır. Bunlar bilimsel çalıştıkları için (3. Sınavda görevli istatistiklere göre çok başarılı olduklarını iddia etmişti) sınava girenlerin yarısını geçirip geri kalanını süründürüyorlar. Böylece şov ve akar kesilmiyor. Ama polisler dahil kimse kurallara uymuyor. Sadece ehliyet alanlardan mükemmel olmaları isteniyor çünkü ‘duygusal’:)

    YENİ GİRECEKLERE TAVSİYELER (Haddim olmayarak)

    İnsan hatalarıyla zenginleşiyor tecrübe olarak.

    Öncelikle çalışacak aracınız ve yardımcı olacak bir yakınınız yahut arkadaşınız yoksa acele etmeyin, derim. Çünkü hocalar söylemez ama pratik yapmadan öğrenemezsiniz. Bu da onların işine gelir. Bir tanıdığın yeğeninden tam iki bin lira özel ders ücreti almışlar yine geçememiş. Yazık insanları kandırıyorlar.ve yetersizlik duygusu veriyorlar. Benim gibi yazın ortasına gelmemesine dikkat edin boğazım şişti, çok zorlandım dersleri takipte bahar ayları daha uygun. Yazılı sınavdan sonra öğrenmeden başlamayın çünkü arka arkaya girmek zorundasınız. Ben özgürlükçü bir kafa yapısına sahip olduğum için istediğin dört defa yıl içinde diye anlamıştım. Yoksa tatil sonrası başlardım. Kendinizi yeterli görmüyorsanız rapor alın, bir sonraki aya erteleyin. Unutmayın direksiyon sınavları tam bir para tuzağı. Demem o ki; görevlilerle baya bir psikolojik harp yaşanıyor ve onlar çakal siz ise çömezsiniz. Bunu aşmanın yolu iyice öğrenmeden sınava girmemek. Çünkü pratik yaparak olgunlaşması, refleks haline gelmesi lazım. İnşallah daha insancıl bir noktaya taşınır ki bu da kalite demek. Bizde her iş mış' gibi yapılır, dostlar alışverişte görsün mantığıyla.

    Sonuç yerine: seksenlerde bile eğitim daha insanca ve onurluydu. Şimdi hem öğretmenler hem de öğrenciler kendini köle gibi ezik hissediyor. Çünkü öyle hissettiriliyor. Bunu aşmanın yolu da ayrıcalıklı olmak. Sana ders veren de aynı psikolojide buradan iyi bir sonuç çıkabilir mi? Her şey sınav ücreti almak için gibi. Her şeyin içi boş. Zaten diplomanın da bir anlamı kalmadı. İnsanları bankamatik gibi  gören bir zihniyet türedi iki binlerden sonra. Şehirde mi yaşıyoruz cangılda mı belli değil!

     

                                                                    

                                              Bu da böyle bir hatıram olsun yurtdışında çekilmiş:)

     

     


    gece 2.15 aydınlanması

                                                                      

    Bugüne kadar insanları mutlu etmeyi birinci önceliğim olarak gördüm. Hep pozisyonumu karşımdakine göre ayarladım. Bunu beklenti için değil, benimi mutlu ettiği için yaptım, çünkü bana manevi tatmin veriyordu.

    Zamanla böyle davranmanın ilerde insana acı verdiğini farkettim. İnsanların kahir ekseriyeti karşılıksız iyiliğe hazır değiller, belki de layık değiller, panikliyorlar ve ürküyorlar. Mesela bir sırrını sana açan insan senden çekinmeye başlıyor ve haketmediğin tavırlarla karşılaşıyorsun. Bu da insanı yaralıyor. Çünkü insanların çoğu kişisel gelişimini tamamlamamış ve tamamlaması da imkansız o potansiyele sahip değil. Özellikle akraba, arkadaş, komşu diye kodladığımız insanlar... Bilemiyorsun; senin tökezlemeni, üzülmeni, başarısız olmanı, mutsuz olmanı mı istiyorlar yoksa mutlu olmanı mı istiyorlar. Öğrenince de iş işten geçmiş oluyor.

    Kendimiz için geç kalmışlık diye bir vakıa yok. Bu aydınlanmalardan sonra pekala daha özerk (psikolojikmen) ve daha huzurlu olabiliriz. Yaşadığımız hayal kırıklıklarını engelleyemeyiz belki  bundan sonraki adımlarımızı değiştirebiliriz. Bin defa aynı yanlışı yapıp her defasında farklı sonuç almayı ummak da saçmalık olurdu. Ölümcül bir edilgenlik, bir nevi ölüm...

    Şu anda kendimi gayet hafif, enerjik ve üretken hissediyorum. Kimsenin hayatıma müdahil olup bu kafa konforumu bozmasını istemiyorum. Herkes de ait olduğunu hissettiği, rahat olduğu, mutlu olduğu halde yaşasın. Yeter ki bana gölge etmesin. 

    Falanca filanca kimse için bu yakaladığım uyumu bozmak, isteyeceğim en son şey. Şundan da kusur kaldım diyecek bir şeyim yok. Her şeyi tattım, deneyimledim. Bu saatten sonra sadece içimden geldiği gibi, keyfimin kahyası için yaşamak istiyorum.

    Yani demem o ki takdir edilmeyen özverilerle hayatımı zehirlemeye bu yaştan sonra (58) hiç niyetim yok. Öyle bir psikolojiye geldim ki, ne aman aman özlemlerim var ne de hedeflerim ve bu havanın bozulması dışında hiçbir endişem yok (konfor alanı, en önemli yaşlılık belirtisi. yavaş yavaş ölmeye başlıyor insan. arayış ve merak bitiyor ve kayıtsızlık başlıyor.). Ay şunu şöyle dersem, vay bu böyle anlarsa gibi kaygılardan da uzağım. 

    Bunlar kendini övme değil, çıkarımlar. sadece dengim olmayan, bana benzemeyen, hayata anahtar deliğinden bakan insanları çevremde istemiyorum. Ölünce herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyorsa öyleyse banane:) (Çocukken en çok azar işittiğim hareket omuz silkmekti. hayata karşı itirazımmış şimdi hatırladım.) 17.10.2021

    borges evaristo carriego

     

    palermo

    neyse ki gerçeklerin zenginliğini kavramak için tek çıkar yol romanlar değil, anılar da var. anıların doğasını oluşturan şey olayların çeşitliliği değil, tek tek ayrıntıların sürekliliğidir. bilgisizliğimizin içkin şiirselliği budur. s.14

    tüm bildiklerimi, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatacağım; çünkü aynı suç gibi yaşam da kendini gizler, tanrı katında makbul olan anlar hangileridir bilemeyiz. ayrıca ayrıntıların her zaman dokunaklı bir yönü vardır. s.17

    mahallenin şarkısı

    varoşları gerçekten temsil eden ezgiler milangolardır. milango genellikle bitip tükenmek bilmeyen bir esenleme,, gitarın kasvetli titreşimleri eşliğinde abartılı bir iltifat ve sevgi gösterisidir. bazen de milangolar sakin bir üslupla kan davalarını, eskilerde kalan bıçak kavgalarını, sözlü sataşmaların ardından gelen kahramanca ölümlerin öykülerini anlatır. bir başka tür milango da yazgı konusunu işler. ruh hali ve sözler değişir, değişmeyen söyleyenin ses tonudur; hiçbir zaman cırlamayan, konuşma sesiyle şarkı arası bir yorumla, genizden gelen, yanık bir sesle söylenir milango. (bu bana kürt dengbejlerini hatırlattı, tekdüze bir şekilde söylenen) tango zamana bağlıdır, zamanın horlamaları ve terslikleriyle beslenir; milangonun gücü zamansızlığından kaynaklanır.s.63

    ölümlerde cenazenin başında beklenir, ölü evine ziyarete gidilir; kapısı herkese açık sohbet mekanlarıdır ölü evleri. yoksul takımında kimi olayları toplumsallaştırma eğilimi çok gelişmiştir; öyle ki dr. evaristo carriego cenaze ziyaretleriyle dalga geçerek kabul günlerine benzediklerini söylüyor. 

    s. 64 

    bizde de aynı değil mi?

    truco

    kırk oyun kağıdı yaşamın yerini alacak. s. 86

    trucoda önemli olan etkileyici, yapmacık bir ses tonu yüzde bir savunma ifadesi ve gereksiz ve yerli yersiz sarfedilen sözlerdir.  arjantin icadı bu oyun bol zamanda konuşa konuşa oynanır. yavaşlığı bir zeka oyunu olmasındandır. üst üste takılan maskelerdir oyunun püf noktası; oyuncuların tavırları uçsuz bucaksız rus bozkırlarında karşılaşan Moische ve Daniel'in birbirlerini selamlarken takındıkları tutumu andırır: 

    'nereye gidiyorsun Daniel?' dedi birisi.

    'sivastopol'e' diye yanıtladı öteki.

    Mousche Daniel'in gözlerinin içine baktı: 

    'yalan söylüyorsun Daniel. bana Sivastopol'e gideceğini söylüyorsun ki Nizhni Novgorad'a gittiğini düşüneyim ama aslında gerçekten Sivastopol'a gidiyorsun. yalan söylüyorsun Daniel, yalan' s.88

    aslına bakılırsa her oyuncu eski oyunlarında izlediği yolu izler o kadar. oyunları eski oyunların tekrarından, daha doğrusu yaşanan eski anların yinelenmesinden başka bir şey değildir... bu düşünceyi takip edersek, zamanın da bir hayal olduğu anlaşılır. yani biz Arjantinliler tüm araştırmaların nesnesi ve gerekçesi olan metafiziğe, truconun rengarenk boyalı karton labirentlerinden geçerek ulaşırız. s. 89

    araba yazıları

    Heras'ta ağır aksak yürüyen araba hep gerilerde kalıyor ama bu gecikme sanki onun zaferi; sanki öteki araçların hızı bir kölenin telaşlı koşuşturmasıymış da atlı arabanın gecikmesi zamana sahip olmak bir tür sonsuzu yakalamakmış gibi. s. 92

    arjantinli, kuzey amerikalıların ve hemen hemen tüm avrupalıların aksine kendinin devletle özdeşleştirmez. bu durum, devletin kavraması güç bir soyutlama oluşundan kaynaklanıyor olabilir. arjantinli bireydir ama yuttaş değildir. don kişot gibi, arjantinli için de 'herkesin günahı kendine'dir ve 'onurlu bir başkasının celladı olmamalı'dır...(sözleri) ispanyol biçeminin anlamsız simetrileri karşısında çoğu kez, ispanya ile aramızda aşılmaz bir uçurum olduğu kuşkusuna kapıldım; ne denli yanıldığımı kavramak için don kişot'tan aldığım bu iki veciz söz yeterli oldu. s. 117



    panait istrati

    sünger avcısı

    kader, bizim yüreğimizden başka birşey değildir. remzi k. s. 12

    maceraperest, servet yapmak ister,ve yapabilir. serseri bunu ne ister ne de yapabilir.fırsat düşünce, (ancak) maceraperest , insanları istismar edecek, aldatacak ve kötülük yapacaktır. s.51

    birer ceviz kemirerek ve türkler gibi durmadan cigara tüttürerek, odamıza kapanıp bu rengarenk cam parçalarına cazip şekiller verdik. s.54

    tren, köstence istasyonunda durdu. öğle vaktiydi. adrien yüzü paltosunun içine gömülmüş, yürümeye başladı. fırtına vardı. yüzü kasırga halinde sürüklediği kalın kar tabakaları sokakları kudurmuşcasına süpürüyordu.

    ötede beride başı sırığın şalına tamamen gömülmüş, sırtında kuşağa kadar inen perişan bir ceket, ayağında bacak bileklerinde sıkılan rahatsız bir şalvar, fakir türk veya başka bir balkanlı görülüyordu. s. 87

    ...- hayır anarşist değilim. sadece hürriyeti seven bir insanım. halbuki anarşistler hürriyeti sevmezler. yahut sevdiklerini sanırlar. anarşistler hür insanlar değildir, onlar anarşisttir yani intizamsız insanlar. halbuki bu dünyada her şeyde bir nizam vardır, hatta hürriyet aşkında bile. ben hür olmayı severim ama kimseyi benim gibi hareket etmeye zorlamam. insanların çoğu köle olmak için doğmuşlardır. hür bir ruha sahip olmak kolay değildir. yarın da hatta on asır sonra da kolay olmayacak. köle olmak demek iş zincirini kemerine bağlı taşımak değildir. hür adam olmak da kendi hesabına çalışmak veya hiç çalışmamak manasına gelmez. köle hayvandır; daha dünya kurulalıdan beri emir altına girmesi mukadder, aşağılık bir malzemedir, her şeyden önce aşağılığa boyun eğen meziyetsiz bir malzeme. hür adama nisbetle köle, mümbit toprağa nisbetle kumluk yer gibidir. o cansızdır, ancak başkalarının iradesiyle harekete gelir, tıpkı rüzgarların keyfine tabi olan kumlar gibi. o zaman hareketleri körü körünedir ve felaketli bir hal alabilir. her şeyi kaplayıp ezer. bir imparatora ve krala yahut bir demokrata veya demagoga basamaklık eden kölelik budur. ister kenar mahalleler halkı olsun, ister parlamentoda toplanan daha mahdut  insanlar olsun, daima kuvvetli bir elin hükmü altındadırlar. bu türlü insanlar ancak iki türlü yaşayış şekli tanırlar.  hükmetmek veya hükmedilmek...

    ... gerçek hürriyet ahenk demektir. dövüşsüz, sövüşsüz bir gelişme. orada yüce yasa devam eder. yeryüzünde onu, kemaline, aşka yakın bir derecede ancak insanlardan daha az çapraşık olan mahluklarda bulacaksın. s.90    

    -... dostluk için yaratılmış bir adam camekana kapatılmış bir çiçek gibi ömür sürer.

    -   demek dostluğun mevcudiyetine inanmıyorsun?

    öyle birşey söylemedim; dostluğa seyrek raslanır, fakat onu inkar etmek güneşi balçıkla sıvamaya kalkmak  olur. bununla beraber biz dünyaya ciğerlerimizle geldiğimiz gibi belkemiğimize yapışık bir dostla birlikte gelmeyiz. dostluğa köle olan ancak bu efendinin ciğeriyle nefes alır. sen de bana bu kölelerden biri gibi görünüyorsun. ben de öyleydim, bugün de bir hasrete bağlı olarak öyleyim zira efendimiz er geç bizi terkeder. 

    her insan yüreğinin tabi olduğu değişimler neticesinde bizden ayrılır, çok kere de yürekten daha kuvvetli hadiseler, bazı da kendi hatalarımız buna sebep olur. içli insanların sevgisi ölçü bilmez ama sıkarken boğabilir. s. 96

    fakat bir insanı böyle bir iptilayla seven insan, güzel olan herşeyi aynı kuvvetle sever ve onun sevgisine malzeme olabilecek daha az dönek şeyler vardır. bir sanata sahip olan, kendini sanata verir ve ızdırabı onu dış dünyaya karşı tamamen kayıtsız bırakacak derecede kuvvetliyse şaheserler yaratır. benim gibi tabiatın yaratıcı bir istidat sahibi kılmadığı kimseler de sevginin kaynakları henüz tükenmiş değilse, kayıtsızlıkları ile ebedi olan sayısız yeryüzü güzelliklerinin hayranlığına bütün kalbiyle atılabilir. fakat sevgi kaynakları tükenince, insan insana karşı en çekilmez mahluk olur ve hayatı bir taştan daha faydasız hale gelir. ama sevme gücü yerinde duruyorsa kainatı kucaklayabilir. iç tereddütlerimizin zincirleri kırılıp düştüğü zaman sevgi kalıyorsa hayatımız bir yıldızınki kadar hür olur. 

    fakat çetin şeydir bu! ne de olsa çetin şeydir! biz bu türlü hürriyetten faydalanmak için yaratılmamışız çünkü yıldızlardan daha çapraşık bir yaradılışımız var. biz acı duyarız onlarsa duymaz. hem sadece acı olsaydı! ademoğlu ve hatta hayvan içtimai bir varlıktır. o yüzden cemiyeti elinden almak kadar acı şey olamaz, hele ona çok derin köklerle bağlıysa. s. 97

    zaten ulvi ve yüce dediğimiz şeyin ancak düşüncede arzuda olduğunu biliyorum ve bütün idealistler yaşları ilerleyince aynı şeyi öğrenirler. s. 100

    en büyük matemler insanın koluna kara bir bez geçirmeleri olmadığı gibi, en öldürücü acılar da ilk anda duyulanlar değildir. sükunet içinde yine ızdırap çekeceksin fakat bu ızdırabın gizlenmesi gerekenlerden olduğunu bileceksin çünkü insanlar ancak kendilerinin de anlayalıyabilecekleri felaketlere karşı alaka gösterir ve yardım ederler. 

    efendi bir tüccara bir dostunu kaybettiğinden söz edersen, sana bir dostuna yüz frank ödünç verip de geri alamayışından beri dostluğa inanmadığı cevabını verebilir ve dünya tüccarlarla doludur. s.  102

    herşeyin olduğu gibi dostluğun da aşağı takımı vardır. istasyonlardaki öpüşmelerin, muhabbetli el sıkışların ve sevimli gülümsemelerin, yalancı elmaslar gibi herkesin harcı olan ucuz gösterişlerin dostluğu. nice nice defalar okunmuş suyu Malaga şarabı ve herkesin dostunu hakiki bir dost sanacaksın! 

    kalbinin yaratıldığı günden beri tohumunu gizlediği dostluk, kaybolan dosta garaz bağlayanlardan değildir çünkü o ruh cömertliğinin özüdür. tıplı oğlu tarafından dövülüp sokağa atıldıktan sonra da onu sevmeye devam eden anaların sevgisi gibi. s. 102

     aşkın beslediği büyü içimizdedir... dışımızda ise sonsuz duygusuzluk! s. 103           

     iş bulma kurumu

    adrian bir insanın, yaratıcı bir sanatçı olmadan da , sırf düşünen bir insan, herhangi bir sanatın liyakatli  müstehliki sıfatıyla da bariz bir şahsiyeti olabileceği kanaatindeydi. yaratıcı sanatçıya fareye bakan kedi gibi bakmaktan alıkoyan bir başka sebep daha vardı: o yaratıcının medenileştirici bir rolü olduğuna inanır, bunun için de onda bir ruh asaleti bulunmasını şart sayardı, ama bilirdi ki, böyle bir imtihandan yüzakıya çıkacak pek az 'büyük sanatçı' vardı. sanatçı, hele büyük yazar, zihnindeki büyük adam tasavvuruna uyduğu zaman ne kadar sevinç duyarsa, acı inkisarlarla karşılaştığı zaman da o kadar üzülürdü.

    ... - bana öyle geliyor ki büyük sanatçı, bir peygamber, zulme karşı ayaklanan bir asi olmalıdır. doğrunun, iyinin hizmetinde olmayan güzel; ölü bir yıldızı aydınlatan güneşe benzer. s. 44-45

    'tanrı adaletine sıra gelinceye kadar evliyalar sizi boğar' der bir atasözü.  s. 77