Reşat Nuri Güntekin, 1889 yılında İstanbul Üsküdar’da doğmuş olup babası doktor Nuri bey, annesi Lütfiye hanımdır. Babasının memuriyeti dolayısıyla çocukluğu Çanakkale’de geçmiştir. Liseyi İzmir’de okumuş ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuyup yıllarca ülkenin çeşitli yerlerinde öğretmenlik yapmıştır. Bu yıllar onun için Anadolu insanını gözlemlemiş ve romanlarına aktarmıştır.
Teyze oğlu Ruşen Eşref’le lalası Şakir ağadan dinlediği
masallarla, Çanakkaleli kadınların, günlerinde okuduğu kitaplar kendisine yazmak
için ilham vermiştir. Özellikle kadınlardan dinlediği Fatma Aliye hanımın Udi
adli romanı, ömür boyu sahne sahne gözünün önünden gitmemiştir. Babasının
zengin Türkçe ve Fransızca kütüphanesi’ bir çok klasikleri kendi dilinde okumasına
imkan vermiştir.
Bu roman, Reşat Nuri’nin 1918’de Zaman gazetesinde tefrika
edilen ilk romanı. Yazar kitabın mukaddimesinde ayakkabısını boyatırken boyacı
çocuğun sarı saçlarının dikkatini çektiğini ve yüzün merak ettiğini fakat çocuk
yüzünü kaldırınca yüzünün güzel ela gözleri dışında yandığını görerek etkilendiğini söyler. Bu çocuk ona romanı için
ilham vermiştir.
Bu kitabı muhtemelen sahaflardan almışım çünkü ön kapağı yırtılmış. Yazarın diğer eserlerinden okumuştum ama bundan yeni haberim oldu.
İsmi biraz arabesk bir çağrışım yaptığı için -şu korona günlerinde bol bol
okuyacak vakit olduğundan- ‘Acaba sonuna kadar gidebilir miyim’ diye aklımdan
geçirmedim değil. Sonra başından şöyle bir başladım, bakalım gidecek mi, yoksa
sıkılıp bırakır mıyım, diye. Lakin baktım yazarın akıcı bir dili var, bir solukta
bitirdim. İnkilap’tan çıkan kitapta bundan başka iki de hikaye mevcut. Onlar da
okunmaya değer hikayeler.
Anlatım zenginliği ve dile hakimiyet hemen dikkat çekiyor
zaten. Mana ve içerik olarak da roman ve hikayelerin kurgusu güçlü ve
tasvirleri canlı. Şurası da fazla olmuş denecek gereksiz tasvirler ve
anlatımlar yok. Yazar anlatmak istediğini okuyucuyu sıkmadan ve dolandırmadan,
ders verir şekilde ahkam kesmeden verebilmiş usta bir kalem ve iyi bir gözlemci
olduğunu satırlarında göstermiş.
Reşat Nuri’nin bu konuda yazmak istediğini söylediği
arkadaşı, yabancı bir yazarın yanık yüzlü biri üzerine bir kitabı olduğunu
söylemesi, onun bu konuda kapsamlı bir roman yazma hevesini kırmış, konuyu bir
tefrika mesabesine indirmesine sebep olmuştur. Haliyle genel hatlarıyla
yazmasına neden olmuştur. Keşke daha derinlikli olarak yazsaymış, insanın
aklında pek çok soru işareti kalıyor.
......
Romanın kahramanı Süleyman Kemal, sarı saçlı ela gözlü güzel
bir çocuktur. Ailenin de medarı iftiharı ve gözdesidir. Diğer iki kardeşi
evdeki hizmetlilerin arasında büyürken o babasının kucağından inmeden, her
istediği emir telakki edilerek büyümektedir.
Kardeşleri okula gönderilirken O’na zayıf olduğu bahanesiyle
evde özel dersler aldırılmaktadır. Hatta Abdülhamit’in paşalarından olan babası,
birkaç yıl içinde onun da saraya memur yapılacağından bahsetmektedir. Fakat
beklentiler, hayatın sert gerçekleriyle uyuşmaz bu dünyada ve her insanın bir
imtihanı vardır, Nişantaşı’nda bir köşkte dünyaya gözlerini açsan bile…
Süleyman Kemal, on üç, on dört yaşlarındadır. Teyzesinin
doktor olan kaymakam eşi ile babası anlaşamamakta ve mizaçları birbirine
uymamaktaysa da Süleyman, teyze kızı Seniha ile çok iyi anlaşmakta, evlerine
gelince saatlerce odasına çekilip oyunlar oynamaktadır. Seniha’nın babası da
hem ona hem de evdeki çalışanlara karşı nazik ve sevecen bir insandır. Babası
gibi değildir. Hizmetliler o gelince dertlerini anlatmak için sıraya girerler. Hatta
Süleyman’la Seniha ailelerinden habersiz bir gün kendi aralarında nişanlanırlar
bile.
Bir gün yine evlerine gece kalmaya teyzeleri gelmiştir.
İkisi oynarken paşa babasının odasından, eniştesiyle şiddetli tartışma sesleri
gelir. Süleyman söylediklerini tam anlayamasa da, o kapıyı çarpıp çıkarken eniştesinden
korkarak kaçmaya çalışırken düşer. Arkasından seslenen eniştesi onu hemen
kucağına alip gülerek teselli eder. Ardından hemen ailesini alarak apar topar
giderler bir daha gelmemek üzere. Fakat evdekiler bunu dert etmezler. Kısa bir
müddet sonra eniştesi gece yarısı baskınla tutuklanır ve Trablus’a sürülür.
Süleyman, onlarla ilgili bilgi almak ister ama annesi bile onu savuşturur,
doyurucu bir açıklama yapmaz. Çok sevdiği lalasıyla mutfağa giderek onlardan
bilgi almaya çalışır. Hepsi babasına ricada bulunursa, onu dinleyeceğini söylerler.
Halbuki aşçıbaşı aynı kanıda değildir. ‘Zehirden şifa olmaz’ diyerek yarın işi bırakacağını açıklar. Nedeninin
soran arkadaşlarına da ‘İstanbul’un artık güvenli olmadığını, yarın birinin
kendisini de jurnalleyebileceğini ima eder.
Bunu duyan Süleyman o gece uyuyamaz. Daha önce de bu jurnal
işini başkalarının ağzından işitmiştir ve ne demek olduğıunu anlamamıştır. Geceyi
uykusuz geçirir. Ertesi gün, cesaretle babasının odasına gidip eniştesini onun
mu sürdürdüğünü sorar, babası küplere biner ve kimden duyduğunu öğrenmek ister.
Süleyman içinden gelen bir ilhamla ‘jurnalci olmadığını’ söyleyerek bayılır.
Günlerce hasta yatar. İçinde babasına karşı bir şey kopmuştur.
İyileşince, çocuk
aklıyla bir sabah erken evden kaçarak onları görmeye gider. Teyzesi de kendi
gibi süzülmüştür. O'nu bir kaç saat sonra Seniha’yla evin sokak başına kadar
getirip bırakırlar. Evde curcuna vardır, polisler onu aramaktadır. Ağzından laf
almaya çalışsalar da söylemez ve bu arada zaten göndermek istedikleri lalası
evden gönderilmiş yerine İngiliz bir mürebbiye gelmiştir. Tekrar Seniha’yı
görmeye gitmek istese de güvenlik bariyerini aşamaz. Artık kapısı da geceleri
dışarıdan kitlenmektedir.
Süleyman için kötü günler başlamıştır…
Konakta çıkan yangında lalası da uzaklaştırıldığı için
unutulur ve son anda cesur bir itfaiyeci tarafından yüzü yanmış olarak
kurtarılır. Korkunç hale gelen yüzü sebebiyle iyice gözden düşer. Hatta
uyuduğunu zannederek keşke ölmüş olsa, dediklerini duyar ebeveyninin. İçine
kapanır. Makus talihi, padişahın emriyle gönderildiği Galatasaray lisesinde de
devam eder. Orada da dışlanır alay edilir, yalnız bırakılır. Orada yabancı bir
kimya hocası tarafından insanca muamele görür ve Fransa’ya yönlendirilir
üniversite için. Orada göz doktoru olur.
Yutdışından dönerken tesadüfen Seniha ve çocuklarıyla
karşılaşır. Babası ve eşi vefat edip iki çocuğuyla İstanbul’a dönmektedir.
Onları izlemeye başlar uzaktan. Kıztaşı’da küçük bir eve yerleşirler. Onlara
eski konaklarını alarak maruzatını belirten bir mektupla oraya yerleşmelerini
sağlar.
Yüzünden dolayı onlardan uzak dursa da boş da bırakmaz.
Seniha Hanım, yaşadıklarının etkisiyle zayıf düşmüş ve ciddi hastalıklara
yakalanmıştır. Arkasında biri on, iki yaşında diğeriyse daha küçük iki kız
çocugu bırakarak Bursa’da akrabalarının yanında vefat eder.
Süleyman bey serencamını, ilk defa Seniha Hanımın doktoruyla
münasebeti ilerleyince paylaşır. Oda kendisini anlatması için yüreklendirmek
için insanların bireysel tecrübelerinin önemine vurgu yapar.
Ve sonuçta Süleyman Kemal, Seniha’nın çocuklarını yanına
alarak İsviçre’ye yerleşerek onları büyütmeye ve resim yaparak hayatını sürdürmeye
başlar.
Böylece pek çok badirelerden sonra doktorun rikkatli yaklaşımı ve çocuklar
vasıtasıyla tekrar hayata bağlanarak kendisi ve geçmişiyle barışır.
Bu roman bağlamında edebiyatımızın da pek çok şey gibi atıl ve yetim olduğunu farkettim. Aslında bizi besleyecek kültürel malzemeden, zenginlikten yoksun değiliz. Fakat bu malzemeyi okumuşlarla buluşturacak insanlardan, kurumlardan ve en önemlisi kafadan mahrumuz. Bir kaç genelleyici aşağılayıcı klişe, köklerimize ulaşacak yolları bariyerlerle kapatmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder