Tanrının Oku


Tanrının Oku, üç kitaptan oluşan üçlemenin üçüncüsü. İngiliz sömürgesi olan Afrika'nın bir bölgesinde gelenekle realite arasında kalan ve halkını olacaklara karşı koruyamayan, yalnız kalan bir rahibin hazin öyküsünü anlatıyor. Özeleştiri de içeren, umudun ve mücadelenin yolllarını da gösteren bir Afrika romanı.

Bütün olay örgüsü içinde rahibin rüyaları ve olayların gelişmesine yansımalarını ele almak istiyorum  derin anlamlar içeren berrak , uyarıcı rüyalar bunlar... 

Ezeulu'nun iki rüyası

Umuaro kabilesinin lideri olan Ezeulu, bölge sorumlusu Winterbottom'un emri ile Umuaro ile birlik olan altı kabilenin danışmanı olarak resmi bir göreve atanmak için Okperi'ye çağrılmıştı. Çavuş bu görev için yanına öbür kabilelerden  bir yerliyi alarak köye geldi. Neden çağrıldığı açıkça söylenmediği için Ezeulu, şefin ayağına gitmeyi reddetti. Bunun üzerine eli boş dönen yetkililer aldıkları emirle gelip onu tutuklamak emrini aldı. Bu arada Ezeulu da oğluyla yola çıkmıştı. Köye gelen görevliler, o ikisiyle yolda karşılaştıkları halde daha önce görmedikleri için tanıyamadılar. Köylü tanımazmış gibi davransa da tehdit edilince şefin evini gösterdiler ve böylece görevliler onun gittiğini öğrendiler. 

Ezeulu, ilk gece rüyasında büyükbabasını gördü. Büyükbaba da kabilelerin ortak şefi seçilmiş bir kişiydi. Diğer kabileler zengin olduğu için ortak büyük tanrılarının temsilcisi olarak bu ailenin üyelerinden birini bu göreve seçmişlerdi. Çözülmesi gereken ortak bir mesele için, şeflerine karşı geliyor ve onun öğütlerini dinlemiyorlardı. Başka bir kabileden örnek vererek 'eğer tanrıları onlardan yana olmayacaksa onu azledeceklerini, ay dönümünü artık kendileri de gözleyebileceklerini söylüyorlardı. Bunun üzerine büyükbaba dönüşüp Ezeulu haline geliyor ve tebası onu tartaklıyordu. 

Gerçekten de Ezeulu, kabilesine laf dinletememiş ve ortak oldukları Okperili kabileyle savaşa tutuşmuşlar, akabinde sömürge güçleri müdahale ederek silahlarını toplamış ve kırmıştı. Bu olaylar Ezeulu'yu derinden yaralamış ve kabilesindeki bazı hırslı kişlerin saldırılarından çok, yaşlı üyelerin kendini yalnız bırakması şeklinde yormuştu. 

Sömürgeci İngiliz güçlerinin gelişi yeni bir hadise olduğu için onlarla nasıl bir mücadele yöntemi geliştirecekleri konusunda kararsızdı. Kendi aralarındaki sorunlar ve fikir ayrılıkları da ortak bir tavır almasını zorlaştırıyordu. Yanlış anlamadan kaynaklanan tutuklama hadisesi, basiretsiz davranan halkının cezalandırılması için ona bir manevra imkanı sağlamıştı. Ulu'nun temsilcisi olarak kendi yokluğunda tanrısının ihtarlarını dinlemeyen halkını cezalandırmasını umuyordu. Kendisi altı köy adına dini bayramların başlamasını ilan etme yetkisine sahipti. Şimdi ise tutuklu olduğu için bu görevlerini yapamayacaktı. Kendisiyle görüşmek isteyen şef aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığı için ne zaman buradan çıkacağını da tahmin edemiyordu. 

Şeflerinin beyaz adam tarafından tutuklanması, Umuaro halkını korkutmuş fakat nasıl bir yol izleyeceklerini tayin edememişlerdi. İki ay sonra bırakılan Ezeulu, köyüne dönünce hepsi rahat bir nefes aldı. Aradan bir kaç gün geçince yaşlılar heyeti, Yeni Yam Bayramı'nın başlaması için elçilerini göndermesi gerektiğini hatırlatmak için konuşmaya geldiler. İçlerinden en saygın olan üye konuşmasını yaptı. Ezeuluİ iki aydır burada olmadığı için böyle bir ilanı gerçekleştiremeyeceğini, daha üç yamın elinde olduğunu söyledi. Heyet de bayramı ilan etmesi gerektiğini, daha önce de bazı konularda böyle istisnai kararlar alındığını, eğer bir sorumluluk gerekirse bunu kendisinin değil onların sorumluluğunda olacağını, başlarına bir musibet gelirse kendilerinden bileceklerini söylediler. Buna rağmen başrahip önerilerini kabul etmedi. Hasat mevsimi gecikeceği için kendi ailesinin de mağdur olacağını bilerek yetkilerini bu yönde kullandığını ifade etti. Herkesin morali bozulmuştu çünkü iki ay içinde ürünleri bozulacak ve açlık tehlikesi baş gösterecekti. 

Bunu duyan kilise, bu krizden faydalanma yoluna gitti. Ezeulu son kabile savaşından sonra oğullarından birini kendi adına beyaz adamı anlaması ve izlemesi için kilise okuluna vermişti. Fakat oğlu bu gelişmeden onu haberdar etmeye gerek görmedi. Bu arada halk da kışlık erzaklarını kurtarmak için kiliseye giderek takdis ettirmeye -mecburen- razı oldu. Bu gelişme (ne yazık ki) Ezeulu'nun elini kolunu bağlamış oldu. Takdiri kabile tanrısı Ulu'ya bıraktı. İşte bayramın ay sonunda gerçekleştirileceğini elçileri vasıtasıyla ilan ettiği tam bu günlerde ikinci rüyasını gördü. Bu rüyalar sırada rüyalar değil, Ulu'yla iletişime geçtiği özel rüyalardandı.

Ezeulu obisinde oturmaktadır. Evin arkasından sesler gelir, birileri şarkı söyleyerek geçmektedir. Dışarı çıkıp onlara meydan okuması gerektiğini düşünür. Denilir ki; 'Bir kimse evinin arkasında yürüyenlerle güreşmediği sürece, o yol asla kapanmaz.' Ama cesaretini toplayıp yerinden kalkamaz. Davullar, flüt ve insan sesleri yükselmiştir. Cenaze alayı geçmektedir. Ezeulu, onlara meydan okumak için ailesine seslenir fakat cevap alamaz. Kalkıp odalarına gider lakin kimseyi bulamaz. Eşleri ve çocukları yokolmuş, ateşleri sönmüş ve evleri yıkılmıştır. Cenaze alayı uzaklaşmıştır fakat güçlü bir ses duyar. Okunan şarkının son sözleri şöyledir: 'Bakın yolda bir hristiyan var!' Şarkıcının kahkahasıyla uyanır. 

O gece oğlu Obika, komşularının cenazesi için koşacaktı. Köyün en iyi koşucusu oydu. Ateşi vardı fakat komşunun oğlunun ricasını kıramadı. Koşu esnasında kalp krizi geçirerek öldü. Üstelik karısı da hamileydi. Ezeulu, bu felaketi kaldıramadı. İnançlarına göre bir erkek acısını belli etmemeliydi. Atasözü der ki: 'Bir erkek cenaze koçu gibidir, Gelen her darbeye ağzını dahi açmadan katlanmak zorundadır, Nasıl acı çektiğini yalnızca vücudunun sessizce sarsılışı anlatmalıdır.' Normal şartlarda Ezeulu, acısıyla başa çıkabilirdi. Velakin Ulu'nun kendisini cezalandırdığına inanıyordu. O'nu düşmanına karşı niye yalnız bırakmıştı. Kalbi kırılmış ve kendisini anlamayan halkı yüzünden yalnızlığa itilmişti. İşte bu durum onu mağlup etmişti. Bundan sonra olanları anlayamayacak bir deliliğe tutulmuştu. Ona kızgın olan halkı da çareyi düşmanının kilisesine sığınmakta bulmuş ve yamlarını oğullarıyla kilise bahçesine göndermişler, bundan sonra kilise tanrısının korumasını talep ederek yamlarını o oğulları adına toplamışlardı. 

İronik olarak Ulu, kendi rahibini yok etmekle kendisini de yokluğa mahkum etmiş oldu.

Bazı kabile özdeyişleri;

'Güneş ışığının karanlığı kovalaması gibi, beyaz adam da tüm geleneklerimizi yok edecek.'

'Önce yaban kedisini kovalayalım, tavuğu sonra suçlarız.'

Yam: Kabilelerin, hasada başlamadan önce, ektikleri üründen bir parçayı şefe getirmeleri.

şaşırtıcı rastlaşmalar...

İnsan okurken en alakasız kitaplarda, ilginç bilgilere raslayabiliyor. Bugün 'Güneyli bayan'ın özel defteri' adlı kitapta, Malcolm X'in de konutuğu Washington yürüyüşüne katıldığını, bu konuda bir yazı yazmak için Malcolm'un arkadaşlarından birinin yardımıyla birkaç kişi ayarladığını okudum. 
Malcolm'un konuşmasını, o dönem yaygın olan zenci papazlara benzettiği için dinlemekten sıkılarak yenek aramaya gittiğini sölüyor. Kendisi yarı Yahudi bir Alman olarak Amerika'ya yerleşen bir aileye mensup sosyalist bir kişi. Gazetecilik, hikaye ve senaryo yazarlığı yapmış. Hatta 2. DÜNYA SAVAŞINDA, Ruslar kazanmadan önce oradaki hatlara gidip ziyaretler yapmış davet üzerine.
İSPANYOL İÇSAVAŞINDA oraya da gider. şöförüyle Madrid'e giderken bir dağ köyüne uğrarlar. söföre savaş sebebiyle insanların aç olduklarını söyler o da: Hiçbir şeyleri yoksa söylerler, varsa verirler, der. 
Köye çıkarken Luis: Nerede bu kadar yüksekte bir kilise varsa, orada o kadar çok fakir vardır. Bize bir şeyler verirler, der. Gerçekten de onlara ikram yaparlar, o da ev sahibesinin hoşuna giden ayakkabısını orada bırakır göstermeden. Çok tanıdık bir olay bu. Devletlerden öte bir ortak refleks var. Tabi kapitalizmin modernizmin(!) baskınlığı arttıkça bu güzel hasletler de arkaikleşiyor üzücü.