Babür Kitabından...






Kabil'den sonra nehir boyunca inince,  Dokuz şelale, Nenehar mıntıkasının sağ koluna gelinir ki, buranın alçak vadileri kar nedir bilmez. Nehir, güneyde Alpler kadar yüksek Sefid Kuh zinciri ile kuzeyde Hindikuş yamaçları arasında yer yer daralıp genişleyen bir yatakta akar.
Sol sahildeki Lamgan'da Nuh peygamberin babası Lameş'in mezarı vardır, zaten adını da Lameş'ten alır. s.61

Kabil'in banliyösü, kuzeydoğusundan karların eksik olmadığı dağlarla çerçevelenmiş meyve bahçelerinin mesut gülüşünü etrafa yayar. Eski kralların sarayı güneydoğuyu taçlandırır. Burası bahçelerle süslü yüksek bir tepedir; bu bahçeler ölümsüz (!) peygamber İlyas'ın ayak izinin yakınındaki bir kaynağın sularıyla sulanır. s.60

Gazne, 2350 metrede kerpiç evler, donuk ve karanlık bir kasabadır. Derler ki; Gazne, yeryüzünün cehennemidir ama Allah daha başka bir cehennem için buradan vazgeçmiştir.
Gazneli Mahmud, Babür'den beş yüzyıl önce bütün Afganistan ve Doğu İran'a hakim olmuş Keşmir, Ud ve Vindya dağlarına kadar Hindistan'a hakim olmuştur. s.62

Babür'ün önceleri sahip olduğu ülke Afganistan'ın bir bölümü kadardı, en yüksek ve en vahşi kısmı. Burası çeşitli kabilelerden mürekkep bir nevi Babil kulesiydi. On bir, on iki dil konuşulurdu. Türkçe, Farsça, Moğolca, Peştuca daha doğrusu Afganca ve çeşitli lehçeler... s.63

Herat'ta  Hoca Abdullah el Ensari'nin türbesi vardır ki, türbeye 'çamaşırhane' denir. Şairin  dediği gibi; 'İlahi rahmetin bulutları, insanların kara günahlarını orada temizliyor'. Mevlana Nureddin Abdurrahman'ın da türbesi bulunur. Kendisi Camidiyeli olup doğduğu yerle anılır. s.75-76-77

Güneşli bir Aralık günü


Bugün bir rüya gördüm. Gündüz İskenderpaşa İlkokulu'nun yanındaki caminin çaprazında bulunan iki katlı evin yanından geçmiştim. hatta ben orda birini beklerken evin ortasındaki kapıdan bir çocuk çıktı. Tam ben de üst katta birilerinin oturup oturmadığını düşünüyordum. Çünkü üst kat pencereleri bakımsız kırık dökük görünüyordu. Ama orta pencerede tül vardı sanki birileri oturuyor gibiydi. aşağı katta solda kapanmış bir dükkan, ortada kapı -ki geniş, iki kanatlı bir kapı-, sağda da başka bir dükkan vardı.

Acaba çocuğu durdurup içeriye bir baksam mı, diye düşündüm. Sonra işim olduğu için vazgeçtim. Kapının aralığından sağ tarafı hafif aydınlanmış bir görüntü görür gibi oldum. Sanki iki taraflı merdiven vardı. Yada ben öyle hayal ettim. İlkokulumun da  eski tarz  iki taraflı merdiveni vardı. Eskiler mi  bize güzel gelir, yoksa gerçekten bedii olan mı geleceğe taşınır, bilemiyorum. Lakin
anılara ve köklere önem vermeyenler, bizim kadar eskiye bağlı olmuyorlar, sanıyorum.

Neyse... Gelelim rüyama. Genelde uzun yıllardır pek rüya görmemekten daha doğrusu hatırlayamamaktan muzdaribim.

Bugün hava Aralık ayı olmasına rağmen yazdan kalmaydı. Güneş ısıtıyordu. Bazı sıkıcı ve rutin dünyalık işler için dışarı çıkmıştık. Güneşten faydalanmak için yolumuzu uzatıp Malta çarşısına gittik. Ordaki avizecilere de bir göz attık. Bazı tasarımları beğendim. İtiraf etmeliyim ki, eskiden yani gençken pek de ilgimi çekmezdi tasarımlar. şimdiyse kullanmadığım şeyler bile olsa mesela kuyumcu vitrinlerindeki altın tasarımlarına bile bakıyorum, kullanmayı sevmesem de. Sonra gidip Yavusselim'e çıkan arka sokakta birer döner dürüm yedik. Oradayken iki Pakistanlı geldi yemek yemeğe.

Ordan çıkıp kürkçü dükkanına geri döndük. Atpazarı'na. Dışarda oturup üç çay içtim. Dışarı çıkarken sıkı giyinmiştim. Sadece ellerim üşüdü. Orda otururken Fatih camisinde Mursi için eylem olduğunu ögrendik. Aklıma geçen yıllarda coşkuyla  katıldığımız bu tip eylemler geldi. O çoşkuyu yitirdiğimiz için hüzünlendim doğrusu. Filistin için, Suriye için, Mısır için. Ne umutlarımız vardı kardeşlik, barış ve huzur için.  Maalesef basiretsiz ve menfaatperest idareci ve bireyler yüzünden coğrafyamız kana doydu. Milyonlarca insanın hayatı altüst oldu. Yetmedi Mısır'ın ilk seçilmiş cumhurbaşkanı Sisi tarafından ölüme terkedildi. Mahkeme salonunda fenalaşıp müdahale edilmeyerek can çekişerek öldürüldü. Yetmedi oğlu infaz edildi. Medeniyet; Akif'in dediği gibi 'tek dişi kalmış  canavar'mış gerçekten. Bilim, teknoloji gibi afili kavramlar, insanlığı medeni yapmaya yetmiyor, öldürmeye, sürgün etmeye, malına mülküne el koymaya yetiyor ancak. Amerika'nın işgali gibi tıpkı! Tıpkı Kızılderililerin ve Amerika kıtasının asıl sahiplerinin İspanyollar tarafından soykırıma uğraması gibi.  Zannettiğimiz gibi bunlar sadece müslüman olduğumuz için değil, insan olduğumuz için başımıza geliyor. Kötüler sadece ötekinin elindekini cazip görüyor ve çalmayı seviyorlar.

Neyse, yine rüyamıza dönelim. Gündüz gördüğüme benzer bir eve giriyorum. ama bu ev daha yüksek, yan yana bitişik, bilmediğim bir ev. Merdivenleri çıkıyorum. Yanımda bir arkadaş var. Evde misafirlerim var. Annem mi Kamile abla mı hatırlamıyorum. Yanında da esmer bir kız var, uzun boylu. Yemeği hatırlayamıyorum. Misafirim her kimse bana sitem ediyor o kız yada kadına elbise vermemi istiyor. Ben de masadan kalkıp onu kıyafet seçmeye götürüyorum. Sanki başka bir eve gidiyoruz. Oraya merdivenlerden iniyoruz bir kat. İnerken merdivenin duvarlarına asılı uzun bir elbisemi ona veriyorum, yeşil renkli. Eşyalı bir ev burası, arka tarafında boydan boya asılmış çamaşırlar var. Balkonda bir de gelinlik vardı galiba divanın üzerinde. Balkon dere gibi bir suyun kenarında, güzel bir manzarası var. Yanımdaki kızla ama bu kıyafet verdiğim kız değil, karşıya geçip biraz uzaktan da bakıyoruz. Çamaşırları da toplayıp eve koymam lazım diyorum. Bir miktarını topluyorum. Bu arada uyandım. Ama o çamaşırlarla dolu balkon bir film sahnesi gibi hala gözümün önünde.

Uyanınca, o evin muhtemelen Gazze'de, karşıdan gördüğümüz türbe gibi bir tarihi yapıyı bana hatırlattığını hissettim. Acaba ne diyor bu rüya bana. Uyanınca kendimi huzurlu hissediyordum gerçi. Ayrı bir güzelliği vardı o çamaşırların, rüzgarda nazlı nazlı dalgalanıyorlardı. Dünya ne kadar ilerlerse ilerlesin, tam olarak çözemeyeceğiz insanın gizini. Açtığımız her kapı başka bir kapıya açılıyor çünkü.

Belki sonuncu (4.) cildini okuduğum fantastik roman İlma'nın da bu rüyada biraz payı vardır. Yazar öyle akıcı ve canlı betimlemeler yapmış ki, bir film seyreder gibi okuyorum kitabı. Okurken zihnimde sahneleri canlandırabiliyorum kolaylıkla. Her gün uyumadan önce o gizemli diyarlara gidiyorum. İşte böyle bir şey hayat dediğimiz şey. Anlam ararken yıllar geçiyor, ömür bitiyor.

Hayrolsun!

Not: Daha sonra tesadüfen Lübnan bölümüne rasladım. Meğer ordaymış bu eski yapı.

Yol, yağmur ve kader...





Yol, yağmur ve kader...
                                                                                                             30 Ekim 2015
                                                                                                            

İşte yine yoldayız, Ekim sonbahara direniyor. Biga-İstanbul güzergahı yemyeşil.

On sekiz yaşımdan beri bu yolu kah Bursa, kah Tekirdağ üzerinden gider gelirim.
Her yol bana bir nevi itikafa girmek gibi gelir. Düşünceler, kararlar, kararlılık yeminleri uçuşur kafamda.
Hep menzile varınca potansiyelimi yüzde doksan harekete geçirmeye ant içerim. Planlar, projeler havada uçuşur. Bir rahatlama olur sanki akşamdan bulaşığı yıkayıp mutfağı toplayıp yatmışım gibi.

Kafaya takılan noktalar, sorun yumakları kolayca çözülür. Varlığın kühnüne varmış gibi hissederim kendimi.
Öyledir de biraz.. Geçici ile kalıcı olan arasına bir set çekilir. Yaşamsal olan yani moral bütünlüğümüzün korunması için elzem olan nelerse, onlara sıkıca sarılmak için niyetler edilir.

İstanbul güzergahında bize güzel bir sonbahar yağmuru eşlik ediyor.
Arabanın teybinden bize Sezen, Hümeyra; tabi şimdiki kadar çatlak değil bu şarkıları söylerken, Ahmet Kaya, Müslüm Gürses, Orhan  Baba vs.yoldaşlık ediyor.

Ne kadar çoraklaştığımızı düşünüyorum. Bi daha böyle yüreğe dokunan parçalar çıkması için kaç nesil geçecek. Hoş Orhan Baba baya karizmayı çizdirdi. Ahmet Kaya'nın eşi de adeta ihanet gibi O'nu unutturmaya çalışıyor. Kaya ile aramıza set oldu. 

Biz yetmişlerin doğurgan atmosferini soluyarak büyüdük. İnsan ilişkileri ve mahalle sıcaklığının yok olmadığı, farklı siyasi anlayışların, gelir guruplarının aynı mahalle atmosferinde mecz olabildiği yıllar. Bu şanslı ortam geleceğe umutla bakmamıza imkan verdi. 

O zamanlar tek sıkıntı fakirlikti ama o da herkesin ortak derdi olduğu için daha henüz kaybolmamış olan dayanışma ve sessiz bir anlaşma ile bir şekilde çekilebilir hale geliyordu.. Çünkü herkesten önce televizyon alan komşu otomatikman bütün mahallelinin de külfetine rıza gösterecek bir sabır ve incelikle misafirperverlik gösterebiliyordu.
Şimdi her şeye sahip olup hiçbir şeyi paylaşamamaktan mütevellit bir karamsarlık, saldırganlık ve ruhsal çöküntü hali içindeyiz. 

İçine doğduğumuz toplumun parçası olamayınca, insani olan hiç bir şeyin de parçası olamıyoruz.. Haz dışındaki ruhi ve imani hasletlerimiz de koca birer balona dönüşüyor.

...... 

İstanbul'a yaklaştık artık.
İri damlalar yerini sakin bir yağışa bıraktı. Fonda Ahmet Kaya, Amenna diyen bir tevekküle çağırıyor. Sağda nispeten açılmış bir gökyüzü var. Bazı yerde gri lacivert arası bazen de camgöbeği uçuk yeşile çalan durgun deniz.

Tabiat; sakin ve dingin, kendiyle ve dünyayla barışık bir alemi hatırlatıyor.
İtiş kakışı değil, haddini bilmeyi telkin ediyor.
Büyük bütünün küçük parçası olmaya razı olmak!

Zannederim post aydınlanmacı dünyanın kühnüne varamadığı, göremediği bu basit gerçek. Daha, daha değil, olması gerektiği kadar. Kendine yetecek kadar. Gerisi ancak yük oluyor hırçın, saygısız ve saldırgan zamanelere.

Hepsi birer vehimden ibaret olan disiplinler, ekonomi gibi bilimsel buluşlar gibi sahte ilerleme vaazları bize ancak, bir hastanenin soğuk odasında yapayalnız ölümü karşılama konforu sağlıyor.

Teyzem seksen dört yaşında bir hafta yoğun bakımda kalarak bu hayata veda etti. Ne hazin bir ölüm! Kendini bu kadar garipleştirebilmek insanlığın, acziyetimizin en ayyuka çıktığı yer.

Belki de buradan; ölülerimizi ruhsuz kurumlardan koruyarak başlayabiliriz.
Artık yaşamak uzun ve yıpratıcı bir can çekişmesine dönüşmüş bulunuyor. İnsanların tedirgin ve iflah olmaz marazi hallerini gözlemlemek, başlı başına acı verici bir işkenceye dönüşüyor ve bunaltıyor.

İnsan sona yaklaştıkça yoruluyor ve kaderinin sonunu merak ediyor en çok.
O kadar da soğukkanlı olamıyor çünkü dünya elini kolunu bağlayan bir büyük arenaya dönüşüyor giderek. Hayaller kendi çabamızı aşıyor teknesi batan mülteci gibi. 

Su boyumuzu aşıyor. Salvolar tek tek değil topluca insanlık mefhumuna saldırıyor. Çabalarımızın ne kadar, neyi düzeltmeye vesile olduğunu kestiremez hale geliyoruz.
O zaman serinkanlılıkla, tevekkülle öyle körlemesine ve inatla iyi kalma, bu dünyada hayırla anılacak şeyler vücuda getirmek kalıyor sabırla..

Tekrar başlıyor yağmur. Hem yerleri hem zihnimi yıkamak için.

 Açık gri bulutların ardında ortaya çıkmak için sabırsızlanan kaçamak bir güneş huzmesi,bir şeyler ima ediyor sanki. Ve anneden alınıp suya konan yaprak güzeli ve cam güzeli dalları..Yeniden toprakla başlamak şehirde, ruhumdaki yaralara merhem olabilir.

İstanbul'un hem cazibeli hem ürkütücü karmaşası, toprakla bağımı kopartırsam beni de içine çekebilir yoksa!

Türkiye'nin Dört Yılı 1552-1556






Kanuni devri.
İspanya'dan gelip gemici esiri olarak İstanbul'da dört yıl kaldı, dönüşte gezi notlarını 1557'de, Kral Filip'e rapor olarak takdim etti. Muhtemelen kendi gördükleri kadar İspanya'ya dönen başka esirlerle de görüşerek yazılmıştır. Üç kişi arasında soru-cevap şeklinde yazılmıştır. Tercüme edilen eser; 1905 yılında, Manuel Serranoy Sanz tarafından el yazması olarak neşredildi. Başka bir seçki de, 1964 yılında Fuad Carım tarafından Fransızca'dan yapılmıştır. Adının Osmanlı'nın Dört yılı olma ihtimali fazla. Çünkü Osmanlı'nın en kudretli devri Kanuni devri. Ulusalcı saiklerle böyle adlandırılmış olabilir.
4 Ağustos 1552 yılında Prens Doria komutasındaki imparator donanması, Cenova'dan Napoli'ye giderken Sinan paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının saldırısı sonucu yedi kadırgası zapt edilir. Ve anlatıcımız esir düşer. Kaptanlar esir düşme korkusuyla Mağribi ve Türk kürekçilere zor kullanmadıkları için esir düştüklerini iddia ediyor.
Pedro, kürek mahkumu olmamak için hekim olduğunu söyler ve diğer Hristiyanlar tarafından sevilmez, İspanyol olduğu için yağmacı olarak görülür, diğer esirler İtalyandır.
Sinan Paşa'nın yanına verilir.
Pedro, gemide bulduğu bir tıp kitabını ezberler, hasta esirleri öğrendikleriyle tedavi eder. Bir gün ölmek üzere olan bir esir getirirler, Pedro, öleceğini söyler ama inanmazlar ve berberi çağırırlar. Berber ücrete mukabil iyileştirmeyi kabul eder ve peksimetle suyu karıştırıp üzerine zeytinyağı döker ve sonra tuzla yüzük taşı kadar nöbet şekeri ilave eder ve zorla hastaya yedirir. Gece hasta ölür ve denize atılır. Berber Pedro'ya ' Müslümanlar Hristiyanlar gibi değil, onlar hastanın iyileşeceğini söyle onlar ölünce hekimi suçlamazlar. tanrının takdiri derler' der.
İstanbul'daki hekim ve eczacıların çoğunun Yahudi olduğunu söyler. Bunlar genellikle babalarından bu mesleği devralmışlardır ve eski destanlardan öğrendikleri şeylerle tedavi yaparlar. Çoğu İbni Sina'yı bile okumamıştır, der.
Pedro daha sonra papaz kıyafetiyle İstanbul'dan kaçar ve önce keşiş olduklarını iddia ederek Aynaroz adasına giderler. Burada yirmiden fazla manastır vardır. Akşam yemek olarak önlerine tuzlu bakla, keçi pisliği büyüklüğünde zeytin, kuru ekmek ve ikram olarak bir baş da soğan verirler. Manastırdakiler bunu, vaazlara uygun yaşadıklarını göstermek ve duyanların manastırlarına bağış yapmasını teşvik için yapar. Daha sonra uğradığı Roma'da papa ve kardinalleri bizzat görür. Papa asla yürümez. Omuzlar üzerine yerleştirilen koltukla taşırlar. Kardinaller erguvan renkli cübbe ve takke giyerler. Vatikan'a giderken katıra binerler. Dini merasim dışında ise başlarına şapka takar ve kılıçla gezerler. O zamanki Roma'da on üç bin hayat kadını vardır. Bunlar müşterilerini soyar ve din adamlarını makamına  uygunsuz hareketlere sürüklerler.
Ayrıca ne Atina ne de Yunanistan'ın hiç bir yerinde ne okul ne de tarihin kaydettiği eski kültürlerden eser yoktur, der. Zaten Yunan kültürünün uydurma olduğu, asıl Mısır kültüründen bahsedilebileceğini anlatan ciddi tezler vardır. Çocuklarını papazlara teslim ederler, onlar da zar zor okuma ve iki üç gramer kaidesi öğretirler,, diye ilave eder.
Kazasker, müftü ve kadılar padişahtan aylık alır, en yüksek maaş kazaskerinkidir ama o da papanınkinden azdır, yarısı kadardır. İmam ve müezzinler cami vakıflarından cüzi bir ücret alır  ve hepsinin bir mesleği vardır. Tashihler ve el yazması ile geçinirler. (s. 142)
Pedro; Müslümanların Sen Piyer, Sen Pol ve Sen Jan'ın iyi insanlar olduğuna inandıklarını, büyük saygı duyduklarını ama kutlamayı günah saydıklarını belirtir. Lakin Sen Jorc gününü 'Hıdırellez' adıyla kutladıklarını onun Türk evliyası ve şövalyesi olduğunu iddia ederler. Padişah sefere çıkarken 23 Nisan'a denk getirmeye özen gösterdiğini, bugün savaşa başlanırsa kazanacaklarına inanırlar.
(s.33-34)  Kadınlarla erkeklerin kıyafetleri aynıdır, başlarındaki beyaz başörtüsü dışında. Kim erken kalkarsa o istediğini giyer. Durmadan kıyafet değiştirmezler. Yakasız mintan, bol şalvar, kıvrım kıvrım kollu kaput ve üstüne kaftan giyerler. Mintan yani gömlekleri pamuktandır ve başka bez kullanmazlar. Mintanın üstüne giydikleri elbiselerin kolları dirseğe kadar ve boyları dize kadardır, Abdest almada kolaylık olsun diye. Bunun için kolluk takarlar, dirsekten bileğe kadar görünmesin diye. İnce kumaştan şalvar giyerler. Kışın üşümemek için ince şalvarına yün şalvar giyerler, Ayağa kırmızı ya da sarı mes giyilir.
Rum, Yahudi, Macar, Venedikli sivil askerler yani herkes topuklarına kadar uzun elbise giyerler.



YAZMAKLA YAŞAMAK ARASINDA...


İçimden geldiği gibi yazmak istiyorum bazen. Sonra bakıyorum çekincelerim var. Kafamda bitirmediğim konularda yazmak bir şeylere birilerine ihanet etmekmiş gibi geliyor. Ucundan kıyısından bir şeylere değinmek içime sinmiyor

Sanıyorum yazmak için yaşamayı hissetmeyi sessize almak gerekiyor. Anı yaşamak taraftarı olan birisi tam anlamıyla kendini ifade edemiyor. Ya da bana öyle geliyor. Dürüstlüğümden ödün veriyormuşum gibi sanki…

Belki de bu amatörlük. Profesyonel olarak yazmayı iş edinmek gerek. Yani yaşadığım, hissettiğim, şahit olduğum şeyler, hayatımın ve kendimin bir parçası. Onları nesneleştirmek yazıda kullanılabilir olgulara dönüşmesi için zaman lazım. Araya duygular ve benlik kaygıları girince kendimi faş ettiğim duygusu hatta birikimlerimi kullandığım duygusu ağır basıyor. Onun için dolaysız olarak benim  bir cüzüm olmamış konularda daha kolay ahkam kesebiliyorum. Tabi onları da kendime ait kural kaide içinde yapıyorum ama yine de o  zaman yaptığım tespitler daha sağlıklı oluyor.

Okumalar böyle değil. İster olumladığım isterse anlam dünyamda hiçbir karşılığı olmayan bir kitap yazı vs. olsun beni etkisine almadan onunla bir bağ kurabiliyorum. Katılmadığım düşünceler, faraziyeler ve yaşanmışlıklar da olsa, bana bir şekilde katkı sunuyor.Olumlu olumsuz her şekilde yeni bir bakış açısı kazandırıyor.

Bazen okuduklarımla öyle bir özdeşlik kuruyorum ki sanki ben konuşuyorum gibi oluyor. Kendi yalnızlığımda uzaklardan geçmiş zamanlardan bir arkadaş hatta dostla buluşmuşum gibi oluyorum. İnsan yaşlandıkça ne kadar az insanla etkileşim içine girebildiğini fark ediyor. Genellemeler yerini gittikçe açılan alt başlıklarla çatallanmaya bırakıyor. Pek çok inancımız ve kabullerimizin zihnimizin bize oyunu olduğunu fark ediyoruz. Kişiliğimizi oluşturan nüveler, başkalarını anladığımız onların bizi anladığı ortak noktalar bulduğumuz zannını da beraberinde getiriyor.

Gerçekte ise herkes farklı şartların ve güdülerin saikiyle hareket ediyor. O anda bizim için hayati olan bir kanı aslında karşımızdaki için teferruat mesabesinde olabiliyor. Ama biz kendi doğrularımızla o kadar büyülenmiş vaziyette oluyoruz ki, karşımızdakini veya onun emellerini tahmin ve tahlil edemiyoruz. Bu durum gençlikte bizi yanıltıcı bir ortam ve şartlar altında daha sıklıkla başımıza geliyor.. İleriki zamanlarda vay be diyecek kadar bir dolu yanılsamamızla yüzleşiyoruz.

Gerçi olgunlaştıkça da bu yanlış anlamalar, yanılgılar devam ediyor. Bazı konularda tecrübi bilgimiz artarken acemisi olduğumuz yeni mevzular ortaya çıkıyor. Her defasında yeni bir noktadan yanılararak, yine aynı acemilikle dünyayı ve kendimizi anlamlandırma ameliyesi devam ediyor.

Bir noktadan sonra da olanı olduğu gibi kabul edip yetinerek ve kendi hayal dünyamıza çekilerek güvenli limanlarda kendimizi zenginleştirmeye, beslemeye, onarmaya başlıyoruz.

Hayatla ve kendimizle daha barışık lakin daha heyecansız, daha tekdüze bir hayat yaşıyoruz. İşte bu ruh hali, ancak farklı okumalarla heyecan ve renk ihtiyacımızı ve bir şeylerle ya da birileriyle bütünleşme arzumuzu doyurma imkanı sunuyor. Daha az anlarken daha dolu dolu yaşarken, anladıkça azalarak yaşıyoruz. Bu azalma bir nevi fakirleşme hali ise de diğer taraftan da daha mutmain ve hafif olmamızı sağlıyor. Ruhumuzun gelgitlerinden  uzak bir kafa konforu sağlıyor ve baktığımızı görmeyi ve asıl olarak önemsediğimiz düşünce ve tutumlara odaklanmamızı kolaylaştırıyor.

Sürekli bir algı bombardımanından kurtulup asıl benliğimizin temel taşlarına yaslanmamızı kolaylaştırıyor. Gençken zaaflarımızdan dolayı kaybolduğumuz yan yollardan kurtulup kendi varlığımızın özüne dönüyoruz. Dış etkenlerin bağlayıcılığını ve ayak bağlarımızı görerek onları 
aşmamız en azından uzak durmamız, netameli ilişki ve ortamlardan kaçınmamız kolaylaşıyor.

Günün Sözü...

"Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur"