Şıpsevdi

Hüseyin Rahmi, Şıpsevdi adlı romanına (1908) İstanbul Aksaray'ın tasviriyle başlar. Bu muhiti anlatırken lokanta, kahvehane ve etrafın pisliğinden dem vurur. Aynı zamanda yeni atlı tramvay sürücüleri, atları ve yolcularını da tasvir eder. 

Aksaray'daki yağmur mazgallarının serencamından bahseder. Mazgallarla ilgili çıkan asparagas habere de dikkat çeker. güya mazgallar bir eşeği içine çekmiştir. Abdülhamit'in istibdat yönetiminin bu tür haberlere sansür getirmediğini lakin Şıpsevdi'nin bu giriş kısmının sansür yüzünden basılamadığını belirtir.

Sansürün sebebiyse; buradaki çöp yığınları ve sinek ordusundan haşerat ve mikrop diye bahsetmesidir.

Bundan yaklaşık on yıl önce gittiğimiz Eriha'da lokantaların bir sinek ordusu tarafından nasıl istila edildiğini görmüştük. Hatta bundan otuz yıl önce hacca kara yoluyla gidenler de Suriye'den geçerken oradaki sinekleri ve pisliği anlatırlar. meşakkatli bir yolculuk olsa da o yıllarda en azından bir kaç ülkeden geçerek hacca gidiliyordu. 

Maalesef Suriye, Irak ve Filistin- Kudüs gibi yerlere gidince şahit olduğumuz bu manzaralar 1900'lü yıllarda İstanbul'un göbeğinde de aynıymış. Yazar bu kitabını 1910'da basmış. Maalesef Osmanlı, ne İstanbul'a ne de müslüman teb'aya sahip çıkmıştır. Varsa yoksa, Ukraynalı, Boşnak ve Çerkes hatunlar ve devşirme devlet adamları..

Şıpsevdi'deki karakterlerden biri olan Bay Pelerin; bir Fransız olarak Yıldız sarayına kadar girerek adeta komplo teorileri üretme müdürü gibi bir makam elde ederek Avrupa'da yalan haberler yaptırarak padişahı onlara karşı önlemler, cevaplar yazmaya ikna ederek avantasını bulan bir yabancıdır. Lakin bu palavraların dozunu kaçırınca saraydan tardedilmiş ve İstanbul'da yaşamaya devam etmiş bir karakterdir.



Koronalı Günlerde Ramazan Hallerinden Kalın Kitaplara…

 

                                                                                                                         5-5- 2020

Sahurdan sonra biraz tivit attım sonra yarım saat bulaşık yıkadım. Ki bu defa çoğunu makineye attım. Kalanlar bakır cinsi cezve, melamin tabak vs. onları da elde yıkayıp ocagı sil, masayı sil derken bir de baktım hava aydınlanmış. Uzanıp kitabımı elime aldım. Karamazov kardeşlerin ikinci cildi. 

Tekrar tekrar okumayı seviyorum. Aradan yıllar geçince hem ayrıntıları unutuyorum hem de bakalım yine beğenicek miyim merak ediyorum. Kitap aynı olsa da bizi etkileyen kısımlar her defasında değişiyor. Çünkü biz de değişmiş oluyoruz. Her defasında yine yazara ve eserine hayran olurum genelde, hayata dair pek çok ipucu bulurum, hatta kendi seçimime hayran olurum genelde. 

En güzeli de duygudaşlıktır. En azından okuduğuyla duygusal bir bağ kuranlar için bu böyledir.

Mübarek kitap da odun mesabesinde bu arada. Yayınevleri masa başında oturarak okuyan akademisyenleri baz alıyor kitap basarken galiba. Halbuki akademik okuma yapmayan benim gibi sıradan okurların çoğunun uzanarak veya oturup eliyle tutarak okuduğuna eminim.

Baskı eski olduğu için birinci cildin yarısı kopup dağıldı zaten. Bence ideal sayfa sayısı iki yüz, iki yüz elli civarı olmalı. Fazlası bilek ve omuzları zorluyor. Konu da çetrefilli ve psikolojik tahlillerle dolu olunca elli, yüz sayfa okumadan bırakamıyor insan. En sonunda gözler sulanmaya, beyin karıncalanmaya başlayınca bırakıp dalıyorsun. Dalamazsan tekrar okuma gözlüklerini takıp devam ediyorsun.  Bazen de başka bir kitapla devam ediyorsun. Uykuyu beklerken boş duramıyorsun amma aslında uyku açısından yanlış bir yöntem, lakin alışkanlık..

Çocuklar küçükken evde masa yoktu, yerde tahta sinide yemek yenir, ödevler de yerde yapılırdı. Ama özenti olarak illa da odaları olsun isterlerdi. Sonunda aldık. Bu sefer de salondaki sohbet ortamından uzaklaşmak istemediler. Çalışma masasında ders yaptırmaya çocukları bir türlü alıştıramadık, nerdeyse zorla gönderiyorduk. Yanımızdan ayrılmamak için adeta direniyorlardı. Salonun ortasına çantalarını boşaltıp yapıyorlardı derslerini yere uzanarak. 

-Aile çok koruyucu olunca sanki onlardan uzaklaşma isteği güçleniyor. Aile normal davranınca da çocuklar eteğimize yapışıyor. Biz asla modern falan olamayız asla! Çocuğu olanlar beni çok iyi anlarlar. Bu sadece kadınların, annelerin kaderi de değil.-

İş ve akademi dünyası da böyledir bizde. Hadi bizimkiler çocuk diyelim koskoca kelli ferli adamlar ömürlerini ona buna sataşarak, dalaşarak, küsüşerek geçirmekten iş yapamaz. Oturaklı bir patron veya ilim, bilim adamı vs. karakteri oluşturamaz. Bu özveri ve disiplin ister. Kimsenin bu kadar gayrete sabrı yoktur. Onun için dışarı gidenler bu konularda daha o disiplinde daha başarılı olur.

Dövletimiz de aynıdır, kişiler eliyle işlediği ve kurumsal bir kimlik kazanamadığı için işin sonu illa lakaydiye, kan davasına, goygoya varır. Herkese şamil bir el kitabı yokturdur.

Tarihimiz hakeza. Şahit olduğumuz zaman dilimi,  bin(lerce) yılın bir özetidir aslında. 

İşte böyle yatarak kitap okumak da, değiştirilmesi zor bir alışkanlık! Disiplin bizi bozar ve dahi gerer. En verimli olduğumuz zamanlar kendimizi en rahat hissettiğimiz zamanlar olur. Her toplumun normal'i farklı işte!

İnsan beyni böyledir işte nereden nereye?! Ama yine de kalın kitap zulümdür.

Korona Günlükleri 2


                                                                                                          30 Nisan 2020

Sanırım bu aşamadan sonra kişisel tedbirlerden çok tıbbi önlemler ve müdahale daha hayati. Tabi insanların ekonomik açıdan desteklenerek moral motivasyonlarının yükseltilmesiyle eşgüdümlü olmak kaydıyla. Lakin bu konuda Ümitsizim. Zaten iki kıştır kombiler kısık ya da kapalı. İşsizlik ve aşırı hayat pahalılığı insanları esir aldı. Bundan dolayı pek çoğumuzun bağışıklık sistemi çökmüş vaziyette.      

Kötü gidişatın düzeleceğine dair pek bi umut da görünmüyor. Çin’den başlayıp dünyayı kasıp kavuran salgın olmadan evvel, genel bir tükenmişlik ve artık ne olacaksa olsun, yeter ki, bu hal bitsin, isterse kıyamet kopsun çaresizliği topluma hakimdi.

Hükümet; emniyet ve valisinden belediyesine her organ kış uykusuna yatar, herkes topu ötekine berikine atar muhtemelen. Hayat normale dönünce, pişkinlikle ortaya çıkarlar. Emareler bu yönde ki; yetkililer eve kapanan insanların geçim problemini çözmek niyetinde değil bunun için tam karantina uygulayamıyor iki üç aylık faturalarını silmek yerine faiziyle öteliyorlar hatta zam yapıyorlar yani topu taca atıyorlar. Bu zor dönemde sorumluluk bizde olmasın, cebimizden para çıkmasın ama bunun da sonuçlarını siyaseten muhalefet, ekonomik olarak da halk göğüslesin. Zinhar vergilerinin nereye harcandığını sormasın tavrı hakim.

Hayaller böyle ama sokağın gerçeği farklı tabi. Zaten çifte kavrulmuş vergiler altında ezilen ve işletmelerini kapatmak zorunda kalanlarla gündelik çalışan kesim bıçak kemiğe dayanınca serinkanlı ve empatiyle davranmayı bir yana bırakmak zorunda kalacak. İki yıldır sebepsiz trafik cezaların ağırlığı altında eziliyor. Hatta bekletip bekletip bir yıl sonra faiziyle ceza yazıyorlar. Aslında lazım olunca ceza yaratılıyor demek daha mantıklı.

Rutinleşen intiharlar yerini virüsten kaynaklı ölümlere bırakmış durumda. Üstelik tünelin sonu var mı, varsa ucu uçurum mu, mümbit bir ova mı bilinmez. Bilinmezlik, maalesef virüsten daha tehlikeli. Ekonomi, tarih, dış politika balonlarının bir bir patladığı bir zamandan geçiyoruz. Elli yıllık ömrümüze o kadar çok acı, vahşet ve adaletsizlik biriktirdik ki!

Bu kadar da olmaz , derken daha ağırlarını gördük. Sahipsizlikte Afganistan’ı Afrika’yı, Filistin’i, Suriye’yi solladık. Üstelik bunları işgalle, yoksullukla yoksunlukla  değil; adalet, demokrasi, hak-hukuk, ilerleme ve modernleşme nutukları eşliğinde yaşadık.

Sonuçta; ne olacak? İnsanlar her şeyden vaz mı geçecek?

Hayır! İnsanlar ne dininden, ne vatan sevgisinden, ne de demokrasi ve özgürlük ideallerinden vazgeçecek. Bütün hepsiyle ilgili bakış açılarını ve beklentilerini güncelleyecek. Ve aralarına karışmış münafık şeytanları öteki'leştirerek tekrardan ‘vira bismillah’ diyecek, diye umuyorum.

Yeni bir mesaja, yeni bir vizyona, yeni bir  güzergaha ihtiyacımız var. Bu da Adem’den beri varolan kılavuzumuzu eklentilerden temizlemekle mümkün.

Cenneti Arayan Adam Ziyaüddin Serdar

 

                                                                  Önce ve sonra aynı yere birlikte varır.

                                                                                               Tao te ching



Pakistan kökenli aydın Ziyauddin Serdar, Lahor’da doğup Londra’da büyümüş, annesi dini duygularının derinliği ve samimiyeti, babasının da tarikat ehli olduğu bir aile ortamında büyümüştür. İngilizceyi rahat konuşabilmesi ve merakı, girişken ve mücadeleci kişiliği üniversite yıllarında oluşturdukları öğrenci dernekleri vasıtasıyla ümmetin zengin bir yelpazesiyle tanışmasında etkili olmuştur.

Müslümanlık durumunu anlatan biyografisini, 'cenneti aramak' olarak yorumlamış. Öteki dünya, hesap kitap, cennet cehennem, ödül ceza ve en önemlisi Allah rızası kavramları olmadan; mümin ve münafık gibi müslüman durumlarları anlaşılamaz. Bu arayış bize pek çok ülkedeki Müslüman birey ve fraksiyonların tanınması ve anlaşılması noktasında  ipuçları veriyor.

Kitapta ilginç anekdotlar var. Bu geziler arasında 12 Eylül döneminde Türkiye de var. Lakin bana göre bu bölüm oldukça cılız olmuş. Yalnız İTÜ önündeki tank ve asker, darbelere karşı mühim bir şahitlik. Sonra Pakistan ve Ziyaülhak var, onun katı rejimi ve halkın fakirliğiyle güya İslamlaştırma projesi olarak dinde fanatizm ve Afganistan savaşının da cihatçı deposu olan Hakkaniye medreseleri var. Suudi Arabistan, Çin, İran gözlemleri var.

Bunlarla beraber kırılma noktaları olan ‘Şeytan Ayetleri’ ve ’11 Eylül’ün yansımaları..

Ben de size kitaptan seçtiğim bir bölümü özetlemek istiyorum.

Ziyauddin Serdar, cenneti arama çabalarından ümidini kesecek kadar küresel gelişmeler  görünür ve baskın hale gelirken, bir gün kapısı çalınır. Kapıyı açınca, biri kısa biri uzun iki kişi belirir. Ve üniversite yıllarından tanıdığı Malezya’lı Nasir kendini tanıtıp kucaklayarak içeri girer. Nasır hiperaktif biridir ve bu özelliği sayesinde bürokrasi basamaklarını hızla çıkmıştır.

Serdar, eğer bir projeyle geldiyse kabul etmediğini peşinen ifade eder ama Nasır ısrarcıdır. Dönemin Malezya başbakanı  ve  parti başkanı Enver İbrahim; artık onlar gibi aydınlara daha çok ihtiyaçları olduğunu ve bu konuda yardımlarını ister. ‘Malezya yeni Endülüs olabilir mi’, diye düşünen Serdar ve arkadaşları, İslam dünyasında örnek bir çıkış gösteren Malezya için kolları sıvar.

Malezya, 1300’lerde İslamla tanışmış ve 15. yy.da Malakka; Çin, Batı ve Ortadogu bölgeleriyle ticareti gelişen önemli bir şehir olmuştur. 16. yy'dan itibaren ise Portekiz ve ardından İngiliz işgali, ülkenin ekonomik ve siyasi yapısını bozmuştur

Malezya en son 1800'lerde İngiliz işgali sonrası toplumsal örgütlenişi büyük zarar görmüş ve müslüman ve yerleşik Çinli halk tabakaları dışlanarak bireysel çiftçiliğe zorlanmış hatta küçük toprak sahiplerinin kauçuk ekmesi bile yasaklanmıştır. Tamiller, Çinliler ve Sihler siyasi, sosyal ve ekonomik ayrıcalıkları ele geçirmiştir. Buna rağmen 1966 yılından sonra yapılan anayasada toplumdaki bu işgalci İngilizlerin getirdiği kesimlere de vatandaşlık verilerek toplumsal barış sağlanmıştı.

Çin  mahallesinde, Budist, Hristiyan ve İslam dinine ait ibadethaneleri barışçıl bir şekilde yan yana dizilmişlerdir. Hatta müslümanlar, İslami kavramları ifade eden kelimelerini budist inancının kavramlarından ödünç  almışlardır. Bu çoğulculuk ortamı İspanyol tarihçilerin Endülüs'ü tasvir etmek için kullandığıslogana uymaktadır. Reconcısta; yani 'Yaşa ve yaşat.' Güney Asya'nın büyüyen ekonomisi olarak da Malezya diğer ülkelere örnek olacak bir model olarak da gelecek vaat etmektedir.

Serdar ve arkadaşları bakanlıklarla karşılıkılı etkileşime dayalı küçük çaplı seminerlerle başlayıp büyük katılımlı konferanslara giden bir sürece başlar. Bu etkinlikler; İslam dünyasının düşünme biçimleri ve sorunları üzerine kafa yorma amacını güdüyordu. Hem öğrenip hem öğreterek verimli bir şekilde çalışmalar devam ederken, Saddam'ın Kuveyt'e saldırısı gerçekleşir.

Suud’un Ululararası İlişkiler Atağı…

Malezya başkanı Suud'dan yana tavır alsa da toplumda farklı sesler yükselmeye başlamıştır. Suudi yetkililer din adamları gelip gidiyor, Malezya basınında kendileri lehine tavir alınmasını talep ediyorlardı.  Eski bir Suudlu tanıdığı Serdar’a Saddam’a karşı kendilerini desteklemediği için sitem etmiş, O da  İngilizce yayın yapan önemli bir gazetede açık görüş köşesine yazdığı makalede son tahlilde; Müslümanların iki şeytan arasında kaldığını, Suud’un toprak hırsı olmadığı için ehvenişer olarak gördüğünü,  açıklamıştı.

Bunun üzerine kendisine bir miktar para vermeyi teklif ettiler, ilmi faaliyetleri için, sartsız. Serdar daha önce Suudla yaşadığı kırgınlık ve güvensizlik ilişkisini düşünerek kesinlikle bu teklifi reddetti.  Enver araya girerek 5 milyon doların! kendi amaçlarını gerçekleşmesinde kullanabileceklerini söyleyerek onu ikna etti. Böylece birkaç kişi Cidde’ye uctu.

Hepsi bir odada oturuyordu. Şeyh Kamil, ona hitaben beş.. Paranın ilmi çalışmaları için verileceğini söyledi. Serdar, Londra’da yaşadığını belirterek pound olarak istedi. Tam bir hattat tarafından yazı ve rakamla güzelce meblağ yazılmıştı ki, Dr. Yamani, Suud’un bir şartı olduğunu söyledi. ‘Aydınlar özgürce konuşmalı ama bazen yalnızca bazı zamanlarda her düşündüklerini söylememeliler.’

O anda hepsi şaşkınlıkla donakaldı  Serdar’ın içinden kalkıp o çeki paramparça ederek adamın başından aşağı dökmek geldi ama yerinden kıpırdamadı  Arkadaşı kolundan sıkıca tutarak Enver'e 'Size bahçeyi göstereyim’ diyerek onları dışarı sürükledi.  İşte, dedi, ‘bu camiyi şeyh kendisi için şunu da annesi için yaptırmıştır’. şunu  da derken Serdar ' canı namaz kılmak istemediği zamanlar için’ diye tamamladı ve hep beraber makarayı koyverdiler. (Bu olayın evveliyatı daha önceki bölümlerdedir.’)

Oradan sonuç alamadan ama daha özgür olarak geri döndüler. Ama bilirsiniz işler kötüye gitmeye başlayınca nerde duracağı belli olmaz ve olaylar hızlanır. Rezillik daha fazla rezilliği çağırır. Geriye döndükten sonra  Asya krizi bütün büyük şirketlerin çökmesine ve Malezya'nın altından kalkamayacağı bir borç batağına saplanmasına sebep olur. Cumhurbaşkanı Mahhattir Muhammed, bu olanlardan dış güçleri, finans kuruluşlarını ve veliahtı ilan ettiği Enver'i suçlamaktadır.

Olaylar akıldışı şekilde gelişir. Carter gibi ona bir ahlaki skandal düzenleyerek görevinden uzaklaştırmak ister ama Enver dürüsttür ve halk ona inanmaktadır. İki yıl uğraşarak ilmek ilmek bir skandal tertipler. Malay halkının en hassas olduğu konu 'eşcinsellik’tir. Enver'in manevi kardeşi arkadaşlarından biri, Enver'in şoförunun de içinde olduğu bir komploya dahil olmadıkları için tutuklanır.

Halk sokaklara dökülür. İngiliz oyunları sırasında Mahattir yuhalanır. O sırada Enver de büyük katılımlı bir miting yapmaktadır. Gece kapıları kıran polisler tarafından Enver de tutuklanır ve bir kaç yılını geçireceği hapishaneye götürülür. Ziyaüddin ve ekibinin burada artık işi kalmamıştır. Birer birer ülkeyi terk ederler ama, öncesinde tutuklular ve aileleriyle aylarca ilgilenirler.

Gittikleri yerlerde Londra'da vs. Enver için büyük katılımlı eylemler organize ederler. Serdar; Endülüslü İbni Hazm'ın bir sözünü hatırlar:

'Ne kadar açık fikirli ve zeki olursanız olun.  Otoriterlik daima çevrenizden dolaşacak bir yol bulur'

.........

Bir Kaçış Macerası.. İbanlar..

Bu süreçte, Malezya'nın otantik çizgileri flulaşıyordu. Malezya da 'en büyük hastalığı'na yakalanmıştı. Çağdaş medeniyetin en belirgin farikasının bu olduğuna inanıyorlardı. Enver, her ne kadar yolsuzluklardan sorumlu kişi olarak başkan ve çevresini uyarıyorsa da O’na kulak verecek hiç kimse yoktu. Lüks ve şımarıklık, batı taklidi gökdelenler almış başını gitmişti. Dünyanın en büyük havaalanıyla! piramit şeklinde en büyük avemeyi yapmakla övünüyorlardı.

Halk şikayetlerini doğrudan ifade eden bir kültüre sahip olmadığı için hava kirliliği ve hızlı kentleşme karşısında tavrını şöyle ifade ediyordu: 'Eşya büzüşüyor çünkü yer gittikçe azalıyor.' Serdar, önceleri bunun maddi durumlarla ilgili olduğunu düşündü. Fakat sonra bu ifadeyle geleneksel dokunun  güncel hayatttan çekilmesini kastettiklerini farketti. Her Malay bir kampongta (köy) dogar ve hayat görüşü orada şekillenir. Halbuki küresel köy, köyleri zihin dünyasından ve hayattan uzaklaştırmış buna mukabil insanlar evlerinde de evsizleşmişlerdi.

Kuala Lumpur'u gri bir sisi ve siyasi atmosferinin kasvetle insanı boğduğu günlerden birinde, yazarımız biraz medeniyetten uzaklaşmak ister. Arkadaşına kaçabileceği bir yer olup olmadığını sorar ve  iki Malay dostuyla Sarawak yağmur ormanının derinliklerine doğru yola çıkar. Önce beş saatlik araba yolculuğundan sonra üç saatlik tekne macerası sonrası İbanların yüksek evlerinin olduğu yere ulaşır. Onları sıcak bir şekilde karşılayan kabilenin şefiyle sohbet ederler. 

Binada altmış aile oturmaktadır. İhtiyaçlarını işbölümüyle hallederler. Akşam

olunca hepsi şefin etrafına toplanır. Kızlar gidip şefin kulağına bir şeyler fısıldar, şef kabul etmez .Israr ederler. Sonunda ikna olur. Ortaya bir televizyonla video oynatıcı gelir ve genç bir adam bambu direğe bir poster asar. 'Terminatör 2 :Hesap Günü..'



Küreselleşmeden kaçabilirsin ama asla saklanamazsın. Bütün problem ve çileleriyle, tüm karmaşıklıkları ve bolluklarıyla her yerdedir.' s.359

Bu gelişmelerden hepsi ülkelerine ve evlerine dönerler. Ziyaüddin, pek çok ülkeyi kapsayan seyahatlerinin sonucunda; İslam’ın cennetinin bir varış yeri değil, bir seyahat tarzı olduğu, hayatı durduramadığımız gibi cenneti aramaktan da vazgeçemeyeceğimiz sonucuna varır.

Günün Sözü...



Geçmiş salaklıklarımı düşünmekten uyuyamıyorum!:.
İnsanın tam da huzur ve dinginlik istediği ellili yaşlarda dönüp muhasebe yaparak kendini yargılaması ve özsaygısını yitirmesi çok acı..

'Harabelerin Çiçeği'



Reşat Nuri Güntekin, 1889 yılında İstanbul Üsküdar’da doğmuş olup babası doktor Nuri bey, annesi Lütfiye hanımdır. Babasının memuriyeti dolayısıyla çocukluğu Çanakkale’de geçmiştir. Liseyi İzmir’de okumuş ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuyup yıllarca ülkenin çeşitli yerlerinde öğretmenlik yapmıştır. Bu yıllar onun için Anadolu insanını gözlemlemiş ve romanlarına aktarmıştır.
Teyze oğlu Ruşen Eşref’le lalası Şakir ağadan dinlediği masallarla, Çanakkaleli kadınların, günlerinde okuduğu kitaplar kendisine yazmak için ilham vermiştir. Özellikle kadınlardan dinlediği Fatma Aliye hanımın Udi adli romanı, ömür boyu sahne sahne gözünün önünden gitmemiştir. Babasının zengin Türkçe ve Fransızca kütüphanesi’ bir çok klasikleri kendi dilinde okumasına imkan vermiştir.
Bu roman, Reşat Nuri’nin 1918’de Zaman gazetesinde tefrika edilen ilk romanı. Yazar kitabın mukaddimesinde ayakkabısını boyatırken boyacı çocuğun sarı saçlarının dikkatini çektiğini ve yüzün merak ettiğini fakat çocuk yüzünü kaldırınca yüzünün güzel ela gözleri dışında yandığını görerek etkilendiğini söyler. Bu çocuk ona romanı için ilham vermiştir.
Bu kitabı muhtemelen sahaflardan almışım çünkü ön kapağı yırtılmış. Yazarın diğer eserlerinden okumuştum ama bundan yeni haberim oldu. İsmi biraz arabesk bir çağrışım yaptığı için -şu korona günlerinde bol bol okuyacak vakit olduğundan- ‘Acaba sonuna kadar gidebilir miyim’ diye aklımdan geçirmedim değil. Sonra başından şöyle bir başladım, bakalım gidecek mi, yoksa sıkılıp bırakır mıyım, diye. Lakin baktım  yazarın akıcı bir dili var, bir solukta bitirdim. İnkilap’tan çıkan kitapta bundan başka iki de hikaye mevcut. Onlar da okunmaya değer hikayeler.
Anlatım zenginliği ve dile hakimiyet hemen dikkat çekiyor zaten. Mana ve içerik olarak da roman ve hikayelerin kurgusu güçlü ve tasvirleri canlı. Şurası da fazla olmuş denecek gereksiz tasvirler ve anlatımlar yok. Yazar anlatmak istediğini okuyucuyu sıkmadan ve dolandırmadan, ders verir şekilde ahkam kesmeden verebilmiş usta bir kalem ve iyi bir gözlemci olduğunu satırlarında göstermiş.
Reşat Nuri’nin bu konuda yazmak istediğini söylediği arkadaşı, yabancı bir yazarın yanık yüzlü biri üzerine bir kitabı olduğunu söylemesi, onun bu konuda kapsamlı bir roman yazma hevesini kırmış, konuyu bir tefrika mesabesine indirmesine sebep olmuştur. Haliyle genel hatlarıyla yazmasına neden olmuştur. Keşke daha derinlikli olarak yazsaymış, insanın aklında pek çok soru işareti kalıyor.
......
Romanın kahramanı Süleyman Kemal, sarı saçlı ela gözlü güzel bir çocuktur. Ailenin de medarı iftiharı ve gözdesidir. Diğer iki kardeşi evdeki hizmetlilerin arasında büyürken o babasının kucağından inmeden, her istediği emir telakki edilerek büyümektedir.
Kardeşleri okula gönderilirken O’na zayıf olduğu bahanesiyle evde özel dersler aldırılmaktadır. Hatta Abdülhamit’in paşalarından olan babası, birkaç yıl içinde onun da saraya memur yapılacağından bahsetmektedir. Fakat beklentiler, hayatın sert gerçekleriyle uyuşmaz bu dünyada ve her insanın bir imtihanı vardır, Nişantaşı’nda bir köşkte dünyaya gözlerini açsan bile…
Süleyman Kemal, on üç, on dört yaşlarındadır. Teyzesinin doktor olan kaymakam eşi ile babası anlaşamamakta ve mizaçları birbirine uymamaktaysa da Süleyman, teyze kızı Seniha ile çok iyi anlaşmakta, evlerine gelince saatlerce odasına çekilip oyunlar oynamaktadır. Seniha’nın babası da hem ona hem de evdeki çalışanlara karşı nazik ve sevecen bir insandır. Babası gibi değildir. Hizmetliler o gelince dertlerini anlatmak için sıraya girerler. Hatta Süleyman’la Seniha ailelerinden habersiz bir gün kendi aralarında nişanlanırlar bile.

Bir gün yine evlerine gece kalmaya teyzeleri gelmiştir. İkisi oynarken paşa babasının odasından, eniştesiyle şiddetli tartışma sesleri gelir. Süleyman söylediklerini tam anlayamasa da, o kapıyı çarpıp çıkarken eniştesinden korkarak kaçmaya çalışırken düşer. Arkasından seslenen eniştesi onu hemen kucağına alip gülerek teselli eder. Ardından hemen ailesini alarak apar topar giderler bir daha gelmemek üzere. Fakat evdekiler bunu dert etmezler. Kısa bir müddet sonra eniştesi gece yarısı baskınla tutuklanır ve Trablus’a sürülür. Süleyman, onlarla ilgili bilgi almak ister ama annesi bile onu savuşturur, doyurucu bir açıklama yapmaz. Çok sevdiği lalasıyla mutfağa giderek onlardan bilgi almaya çalışır. Hepsi babasına ricada bulunursa, onu dinleyeceğini söylerler. Halbuki aşçıbaşı aynı kanıda değildir. ‘Zehirden şifa olmaz’ diyerek  yarın işi bırakacağını açıklar. Nedeninin soran arkadaşlarına da ‘İstanbul’un artık güvenli olmadığını, yarın birinin kendisini de jurnalleyebileceğini ima eder.
Bunu duyan Süleyman o gece uyuyamaz. Daha önce de bu jurnal işini başkalarının ağzından işitmiştir ve ne demek olduğıunu anlamamıştır. Geceyi uykusuz geçirir. Ertesi gün, cesaretle babasının odasına gidip eniştesini onun mu sürdürdüğünü sorar, babası küplere biner ve kimden duyduğunu öğrenmek ister. Süleyman içinden gelen bir ilhamla ‘jurnalci olmadığını’ söyleyerek bayılır. Günlerce hasta yatar. İçinde babasına karşı bir şey kopmuştur.
İyileşince, çocuk aklıyla bir sabah erken evden kaçarak onları görmeye gider. Teyzesi de kendi gibi süzülmüştür. O'nu bir kaç saat sonra Seniha’yla evin sokak başına kadar getirip bırakırlar. Evde curcuna vardır, polisler onu aramaktadır. Ağzından laf almaya çalışsalar da söylemez ve bu arada zaten göndermek istedikleri lalası evden gönderilmiş yerine İngiliz bir mürebbiye gelmiştir. Tekrar Seniha’yı görmeye gitmek istese de güvenlik bariyerini aşamaz. Artık kapısı da geceleri dışarıdan kitlenmektedir.
Süleyman için kötü günler başlamıştır…
Konakta çıkan yangında lalası da uzaklaştırıldığı için unutulur ve son anda cesur bir itfaiyeci tarafından yüzü yanmış olarak kurtarılır. Korkunç hale gelen yüzü sebebiyle iyice gözden düşer. Hatta uyuduğunu zannederek keşke ölmüş olsa, dediklerini duyar ebeveyninin. İçine kapanır. Makus talihi, padişahın emriyle gönderildiği Galatasaray lisesinde de devam eder. Orada da dışlanır alay edilir, yalnız bırakılır. Orada yabancı bir kimya hocası tarafından insanca muamele görür ve Fransa’ya yönlendirilir üniversite için. Orada göz doktoru olur.
Yutdışından dönerken tesadüfen Seniha ve çocuklarıyla karşılaşır. Babası ve eşi vefat edip iki çocuğuyla İstanbul’a dönmektedir. Onları izlemeye başlar uzaktan. Kıztaşı’da küçük bir eve yerleşirler. Onlara eski konaklarını alarak maruzatını belirten bir mektupla oraya yerleşmelerini sağlar.
Yüzünden dolayı onlardan uzak dursa da boş da bırakmaz. Seniha Hanım, yaşadıklarının etkisiyle zayıf düşmüş ve ciddi hastalıklara yakalanmıştır. Arkasında biri on, iki yaşında diğeriyse daha küçük iki kız çocugu bırakarak Bursa’da akrabalarının yanında vefat eder.
Süleyman bey serencamını, ilk defa Seniha Hanımın doktoruyla münasebeti ilerleyince paylaşır. Oda kendisini anlatması için yüreklendirmek için insanların bireysel tecrübelerinin önemine vurgu yapar.
Ve sonuçta Süleyman Kemal, Seniha’nın çocuklarını yanına alarak İsviçre’ye yerleşerek onları büyütmeye ve resim yaparak hayatını sürdürmeye başlar. 
Böylece pek çok badirelerden sonra doktorun rikkatli yaklaşımı ve çocuklar vasıtasıyla tekrar hayata bağlanarak kendisi ve geçmişiyle barışır.
Bu roman bağlamında edebiyatımızın da pek çok şey gibi atıl ve yetim olduğunu farkettim. Aslında bizi besleyecek kültürel malzemeden, zenginlikten yoksun değiliz. Fakat bu malzemeyi okumuşlarla buluşturacak insanlardan, kurumlardan ve en önemlisi kafadan mahrumuz. Bir kaç genelleyici aşağılayıcı klişe, köklerimize ulaşacak yolları bariyerlerle kapatmış.

İDOLÜM: Kamile Abla



Allah gülümsedi, kadını yarattı.
                                                                           Farsça özlü söz)

Çocukluğumun idoluydün sen..
Hz. Aişe, Fatima, Zeynep ya da o, bu, şu değil! Onlara saygısızlık olsun diye hiç değil!

İnsan örnekliklerini yaşadığı çevreden seçiyor. İnancı, değerleri, bilgi ve görgüsü, karakteri, en önemlisi seçimleri ona kılavuzluk eder. Annemin ve babamın, öğretmenlerimin de tabi ki iyi gördüğüm yönlerini bilerek bilmeyerek almışımdır.ama benim olmak istediğim kişilik ve hayat tarzının canlı örneği sendin..

Oğlun vardı otistik, Mustafa.. İkinci evliliğindi ve iki tane üvey evlat yetiştirmiştin. Birinin adını unuttum kaza ile öleni.. 18 yaşında.. Öbürünün adı Gürdal’dı öğretmen olmuş, sokağımızın alt tarafında oturan Gül Hanım teyzenin kızıyla evlenmişti…

O ve karısı nedense Kamile ablaya mesafeli dururlardı. Çünkü Mustafa 4 yaşında ateşlenmiş ve orda oyaşta takılıp kalmıştı. Üstelik babası Halil abi alkolikti. Biga devlet hastanesinin köşesindeki ayakkabıcıda çalışırdı. Bütün köylüler Çarşamba günü açılan pazarda naylon ayakkabılarını ondan alırdı. Halil abi akşamları yemekten sonra –yaklaşık iki metreye üç metrelik odanın sağ köşesinde- masanın yanına oturur bütün akşam bi büyük rakı, bekli küçük bilemiyorum, demlenirdi.

Annemler ben iki yaşındayken Kamile ablanın evinin karşısındaki mezbelelik evi, müzayededen iki bin liraya alıp mahalleye taşınmışlardı. Annem ilk defa Halil abiyi içerken görünce eve gidip kapıları arkadan kitlemiş korkudan.. Ben de ufakken korkardım. Yine de giderdim. Sonra sonra onun varlığına alıştık.

Evleri iki katlı kagir, girişte sağda tahta merdiven yanından odaya girilirdi. Merdiven altında tüplü aygaz vardı yani orası mutfaktı. Merdiven üst kata çıkar, etrafı L şeklinde bir holle alttan daha küçük bir oda vardı. en son birkaç yıl önce orda bir akşam misafir kaldım. Kapının arkasında da gömme dolap vardı. İki yanda iki cam. Ayrıca holde de L’nin her iki yanında iki pencere. Ben kendimi bildim bileli hiç değişmedi,

İlerleyen zamanda sadece bir televizyon ve buzdolabı eklendi onlara. Aygazın yanına buzdolabı kondu. Tam karşıda da tabaklık vardı zaten… Yanında tahta yeşil kapıdan girince hemen bir maşınga (bilenler bilir Trakya yöresinde kuzineye böyle denir) köşede kare bir masa altındaki hamamlık bölmeyi gizlerdi. Altta bir delikle sonradan gelen bir musluk vardı. İşte Halil abi önünde bir şişe ve bardak, orada otururdu..

Girişte ve karşısında da birer çekyat –hani o üstü dolaplı olanlardan... Arasında demir bir sandalye vardı, o kadar. Karyolanın arkasında bahçeye bakan bir küçük pencere bire yetmiş falan. Yola bakan tarafta da bire iki kadar oturmalık yeri olan bir pencere daha. Mustafa burada oturur yoldan gelip geçenlerin eline tutuşturduğu bozuk paralarla oynar ve şıngır şıngır ses çıkartır, arada da ona öğretilen sunturlu küfürleri, baba abi gibi bildiği bir kaç kelimeyle karıştırarak küfrederdi.

Benim en sevdiğim gezme Kamile ablaya gitmekti. Halil abi korktuğumu bilir, beni rahatlatmak için  sorardı: Senin baban da ayran içiyor mu?, diye. Ben de hayır anlamında omuzumu silkerdim. Güler ve başını bardağa gömüp sessizce devam ederdi.

arkası yarın!

Korona Günlükleri 1


Korona günlükleri…

Bugün kısmi karantinanın 11. günü. Günlerden Cumartesi. Hava yağmurlu ve kapalı.
Her günkü gibi cıkıp biraz yürüdüm. Sokaklar sakin, az sayıda insan var. bazı delikanlılar apartman girişlerinde vakit geçiriyor, bazıları da dükkanlarının önünde oyalanıyor. Çoğunluk evlerinden dışarı hiç çıkmamaya özen gösteriyor.
Kişisel gözlemlerim yılbaşından hatta daha öncesinden beri pek çok insanın bu ölümcül gribe yakalandığı yönünde. İstanbul'da domuz gribi var ve halktan saklanıyor, diye bir şehir efsanesi vardı. Hastalık süreçlerini tarif etme şekilleri virüsün sebep olduğu sıkıntılara uyuyor. Yani biraz 'geçti Bor'un pazarı..' durumu mevcut galiba. Aradan uç ay geçti çünkü.
Aradan sekiz gun geçti. Şehir dışına çıkış yasagı başladı. insanlara bu yasagı delecek imkan tanındıgı için herkes İtalya'da oldugu gibi yollara döküldü yazlıklara gitmek için. Dun yirmi yaş altına sokaga çıkma yasagı konarken bugun yasak 18 yas ustu çalışanlar, tarım işçileri vs diye genişletildi. Yani kafalar karışık.
Bu günlerde küçük mutluluklar, meşgaleler bulmamız lazım.  Kitap okumak da olabilir bu, temizlik, tamirat, marangozluk ya da resim, örgü, yemek yapma gibi uğraşlarla da. Meşguliyetlerle kendimizi değersizlik, edilgenlik psikolojisinden sıyırmak önemli.
Şemsiyemi alıp hafif ve romantik yağmur altında, akşam ezanı eşliğinde günün geceye evrilmesine eşlik ederek, kendime çizdiğim bir rotayla caddeye, oradan ara sokaklardan camiyi dolanarak tekrar eve uzanan kısa bir gezinti yaparak günlük oksijen ihtiyacımı karşılamış oldum.
Yazın yapış yapış sıcaklarındansa, kışın karı ve yağmuruyla yüzüme vuran tertemiz havanın tadını çıkarmayı sevmişimdir her zaman. Yazın sıcagından kaçmanın çaresi yoktur ama kışın katkat giyinip sogugu yüzünde hissetmenin nasıl canlandırıcı bir etkisi olduğunu anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır. Tabi üşüyerek sıcak eve dönmenin de. Şimdi gönül rahatlığıyla evde oturmaya devam edebilirim. Hergün evin eksiklerini almak gibi zorunlu bahanelerle mutlaka çıkıp biraz dolaşıyoruz böyle kimseye temas etmeden. Tek ciddi önlem olarak eve dönünce ellerimizi sabunlayarak.
Tam karantina olmadı ki olsa bile - olması gereken buydu, ekonomik açıdan halkı rahatlatıcı önlemler alınmadığı için korona günleri sündürülüyor gevşek kararlarla- insan, pekala evde kendini oyalayacak güzel meşgaleler edinebilir.
Dün güneş yüzünü gösterince hemen ucundan kıyısından bahar temizliğine başladım. Zaten böyle günlerde mahalle kaynıyor. Süpürge sesleri, halı silkeleme en gıcık olduğum düşüncesiz bir h
areket, bağırtılar çığırtılar…
Bu zorunlu hapis günleri hayatımızdan hunharca çıkardığımız pek çok şeyin değerini hatırlattı. Mesela; eve gelen misafire önce kolonya tutulması gibi. İçine çivit katılmış kireç badanalı evler, bahçe duvarları ve ağaçlar sadece nostaljik değil, mikrop kırıcı özellikleriyle tekrar hatırlanmaya değer hayat pratikleriymiş meğer. İnsanın doğal malzemelere olan meyli de, hayatımızı kuşatan,dönüştüren naylona karşı güzel bir seçenekmiş. Makine işi ürünlere karşı orantısız düşkünlüğün sonuna gelmişizdir,diye umutlanmak istiyorum. Bize asırlar öncesi gibi gelen, sahi lorona öncesi de asırlar kadar uzak cidden, aslında çocukluğumuzun gerçekleri olan şeylerin, içi boş, sanal bir gerçeklik ve boş bir hayat algısıyla atılıverildiği, vefasız bir sanal gösteriş çağının sonuna gelmiş olduğumuzu idrak ederiz belki, bu ciddi ölüm-kalım anında da karamsarlık ve vurdumduymazlık halimiz bu sene perdelerin ardından, balkonlardan ve varsa bahçelerden izlediğimiz bahar umuduna döner.
Şairin 'başa döneriz' dediği gibi bu tecrübelere yeniden dönmek imkansız değil.
Baharla başlayan badana ve temizlik seferberliği, o kireç kokusuyla mis gibi çarşafların ve perdelerin vs. kokusu, ekim dikim işleriyle toprakla hemhal olmak, bakımı yapılan çiçekler ve sularla kırklanan kapı önleri ve bahçelerle kırlara yayılan sohbetler...
Azın ve özün muhteşem huzurunu yakalamak için çabalamak lazım! Herkes kendine ağır gelen zorunlulukları bunlar faturalar da olabilir. Eşek gibi 7-24 karın tokluğuna da çalışmak da… Hayatta neyin, ne kadar  anlamlı ve gerekli olduğunu tartıp biçmiş olarak.
Korona günleri sonunda ya öleceğiz yada sanırım biraz şişmanlayarak da olsa bir yol ayrımına varacağız.

Günün Sözü...

Dinsizliğini laiklikle gizleyenler yüzünden yani onlara muhalefet olarak, onlar kadar hazımsız olmamak için müslümanlığa sarıldık. Şimdi de müslüman görünümlü laiklerden ötürü lafzen laik kalben dindar olduk. aslında iki taraf da dinsiz, şarlatan ve ahlaksız. liderleri de aynı. Boşuna tartışıyorlar.. Bazıları saftır ama çoğu da bunun farkında.

Çılgın denen projeler havada uçuşuyor (sonuç betonlaşma)


Not: Bu yazıyı 2011 yılında yazmışım. Hayaller, umutlar, beklentiler tavan yapmış. Keşke şimdi de aynı umudu taşıyabilseydim...

2011-04-27 14:06:00

Başbakan'ın çılgın projesiyle ilgili anlattıklarını dinliyorum bölük börçük..
Bu toplantı sanki sadece seçim propagandası yapmak için düzenlenmiş.. Başbakan ekonomi ağzıyla konuşurken bize yabancılaşıyormuş gibi geliyor bana. Hele hele fakirlerle ilgili Kılıçdaroğluvari vaatlerini sıralarken hiç heyecan duymuyorum.

Tarihine ve coğrafyasına hayran (!), bölgesine duyarlı, vicdanıyla dünyaya bakmaya çalışan bir birey olarak sanki tatmin olmadım bu konuşmadan. Neden derseniz; dar ufuklu ve yüzeysel hedefli geldi bana.. 

Bu ay Balkanlara; Üsküp, Prizren, Priştine, Sarayevo, Mostar, Konjiç, Potiçeli, Podroridza'ya yaptığımız ziyaret, geçen Kurban bayramında Suriye'ye yaptığımız geziler bize coğrafyamızı tekrar ve yeniden hatırlattı. Bütün şehirlerimiz içinden nehirler akan şiirsel güzellikte şehirler!

Evet; İstanbul da bizim diğer şehirlerimiz gibi 'pırlanta' değerinde paha biçilemez bir hazine ... İnsan ve hayat merkezli bir medeniyetin torunlarıyız. Ama şu anda bütün Ortadoğu'yu ve Afrika'yı saran emperyalist saldırılarla beraber gerek Libya'da gerekse Yemen ve Suriye'de diktatör yönetimler kanalıyla uygulanan vahşet Türkiye halkı olarak bizi kaygı ve üzüntüye boğuyor. Şu anda ebeveyn olan herkes çocuklarının geleceği için kaygı duymaktadır. Bundan sebep; coğrafyamızı kan ve gözyaşından arındırmadan, yine eskiden olduğu gibi bir 'barış ülkesi' haline dönüştürmeden lokal kurtarılmış şehirler, bölgeler inşa etmek son tahlilde kısır kalacaktır.

Geçtiğimiz on yıllarda Türkiye'de de uygulamaya sokulan kıyım senaryoları şu anda coğrafyamızı kasıp kavurmakta, oluk oluk kardeş kanı akmaktadır. Başbakanın başarısının sırrı; bölgesel ortak sorunlarımıza, tehditlere yönelik olarak yaptığı vicdanlı çıkışlardır. Ama bu kadarla kalması ihtiyaca cevap vermez. Türkiye'nin dış politikada sıfır sorun hedefi, ancak Suriye veya Yemen ya da Bahreyn, Mısır, Tunus ve diğer Osmanlı eyaletlerine barışçıl müdahelerle sağlanabilir. 

Medeniyetimizin inşa ettiği güzelim İslam şehirlerimizin hoyratça bombalanarak yerle bir edilmesine göz yumarsak gelecekte İstanbul'umuzu da koruyamayız. Öyleyse Türkiye bu noktadan itibaren coğrafyasını da hesaba katarak hayal kurarsa 'gerçekçi' olur.


Bu girizgahtan sonra ben de hayallerimi şöyle sıralayayım:

Ülkemizde adaletin inşası ve korunması açısından kadın erkek, sünni alevi, fakir zengin, Kürt, Türk, Çerkez, Laz vs. gibi ayrımlara bakmadan, yetenek ve birikimine göre fırsat eşitliğine kavuşması.. 
Böyle ayrımlar yapanların dövüldüğü (!) bir ülke haline dönüşmesi..
Özellikle Özal'la beraber hızlanan iç ve dış bütünleşme ve kaynaşma aşamasını alnının akıyla başaran ve 'barış'la bir arada yaşama irademizi perçinleyecek bir bölgesel vizyonla bütün Avrasya'nın adeta İpek Yolu misali demiryolu ve konaklama noktalarıyla birbirine bağlanması.. 
Osmanlı'nın yıkılmasıyla akim kalan Hicaz-Bağdat demiryolu projeleri gibi sınırları kaldıran ekonomik vb. projeleri ve daha nicelerini hayata geçirmek..
Ortak kültürlerimizi ve dillerimizi tanımayı sağlayacak uluslararası eğitim kurumları ve kültür ocakları oluşturulması..
Ekonomiden ve ekonomik hedeflerden önce moral ve idealist anlamda geleceğimizi garanti altına alacak yapısal temellerin atılması..
Şu anda hemen aklıma gelen hedefler bunlar..İstanbul'la ilgili proje tabi ki çok güzel ve çok yönlü faydalar içeriyor ama Türkiye hedeflerini bir gömlek büyütmezse ve değerlerinden taviz verirse çok hızlı bir şekilde tepetaklak olabilir...
Bütün çocukların kan, zulüm, yoksunluk ve yoksulluk görmeden, yetim kalmadan, sahipsizlikten içi üşümeden sokaklarda oynayabildiği, insanların elini kolunu sallaya sallaya Sarayevo'dan Kudüs'e, Mekke'den Cezayir'e, Bağdat'tan Kabil'e, İslamabad'a gidebildiği, Akdeniz'in bir 'barış gölü' haline geldiği bir Türkiye ve dünyayı hayal ediyorum.
İstanbul'un değeri ancak kardeş şehirlerle beraber düşünülürse bir anlam ifade eder çünkü o zaman İstanbul 'sahici' bir uğrak yeri ve merkezi olabilir.

İstanbul'dan geçen yollar, ola ki gönülleri ve elleri birleştirsin, hayatlarımıza huzuru ve güveni geri getirsin!

Feveran





Ali Kemal Temizer'in tek kitabı.

Feveran'ı önemli kılan özelliği 12 Eylül'den üç ay önce neşredilmiş olması. O dönemdeki müslüman bireyin dünyaya ve Türkiye'ye bakışını birinci elden sunuyor olması. Aslında ideolojik sınırlamaları bir tarafa bırakırsak, genel olarak diğer ideolojilerin müntesiplerinin ruh halini de büyük ölçüde tasvir ediyor olduğunu söyleyebiliriz.

Dönem; 12 Eylül'ü hazırlayan ideolojik kavganın köpürtüldüğü bir dönem ve belli odaklar ülke insanının farklılıklarını 'düşmanlık' sebebi olarak kodlayıp gençlerin eline silah vererek koca ülkenin resmi, gayri resmi bütün kurumlarını yok sayarak, genç kuşağı 'kurban' olarak arenaya sürdüğü bir dönem. Tabi olanlar kendiliğinden olan biten hadiseler değil, belli bir amaca yönelik planlı olaylar. Maalesef, ne Türkiye'ye ne de toplum yararına olmayıp, iç ve dışta belli kesimlerin 'çıkar'larına hizmet eden bir akıl tutulması ve cinnet hali bu.

Yüz sayfalık kısa öykülerden oluşan kitap, tam da darbe ortamına girilen, kahve tarama, faili meçhuller ve üniversitelerde öğrenci kavgalarının handiyse olağanlaştığı, bir döneme ışık tutuyor.

Feveran, sunuş dışında 7 öyküden oluşuyor. Bunlar sırasıyla Hayatımızdan Bir Gün, Dönüşüm, Üşümek, Geçmiş Zaman Kahramanları, Aziz, Bir Günlüğün Son Sayfaları, Düzensizlik Düzeni veya Tek Sözlü Bir Film Hikayesi...

Hayatımızdan Bir Gün'de, bir memurun psikolojisini irdeliyor.
Bu memur tasviri günümüzde yaşanan uygulama ve yaklaşımların da gideceği yönü gösteriyor.

İkinci hikaye Dönüşüm; işsiz bir gencin, bir kurumun başına geçen eski arkadaşını ziyaretini ve aralarındaki yakınlığın bittiğini arkadaşının değer yargılarının tam tersine döndüğünü fark etmesi işleniyor. İdealistle realist kişilerin dünyayı farklı pencerelerden yorumlaması, sahipsizlik ve çaresizlik hissi gibi psikolojik durumların üzerinde duruyor.

Üşümek hikayesi, kahvelerde hala  93 harbinin konuşulduğu, soğuğuyla tanınan Erzurum'da geçiyor. İdealist öğretmenin evine yapılan baskında kitaplarının yakılması, onları kurtarmaya çalıştığı için başına aldığı darbeyle beraber sürüklendiği acı sonu anlatıyor.

Geçmiş Zaman Kahramanları'nda, Kore gazilerinin trajik sonu ile babası Kore'den dönemeyenlerin, okuyamayan çocuklarının ahvali anlatılıyor.

Aziz, köylüsünün korkaklığının kurbanı olan Aziz'in sonunu ve okul öğretmeninin vurdum duymazlığını anlatıyor. Bunu yaparken de insanların dindarlığını çıkarları için kalkan yapması ve linç edilme kaygısını işliyor.

Düzensizlik Düzeni Veya Tek Sözlü Bir Film Hikayesi'nde, Kurtuluş savaşı esnasında ve sonrası kurulan cumhuriyetin tezatları sinamatografik bir kurguyla özetleniyor.

Temizer'in her öyküsü hakikatten bir parça barındırıyorsa da benim en etkilendiğim öyküsü 'Bir
Günlüğün Son Sayfaları' oldu. Zaten yazı dediğimiz şey de türü ne olursa olsun bir nevi günlük değil midir? Kişi, duygu ve düşüncelerini, hayata bakışını, hem feryadını ve hem de hayata tutunduğu duygu ve düşüncelerini satırlara dökmez mi? Ya da satır aralarına, farklı formların içine, cümlelere yedirmez mi?

Yetmişli  yılların kutuplaştırıcı ve gençlerin hayatlarını, istikballerini feda eden politikaların kurbanı ve birinci elden etkilenen bir kuşak olarak -12 Eylül'de onbeş yaşında biri olarak- şu anda yaşadığımız aynı türden yozlaşma dolayısıyla bu günlükler beni derinden sarstı. O yıl ortaokulu bitirmiş ve dini yakından öğrenme dürtüsüyle Pendik'te yatılı bir Kur'an kursunda kalmıştım. Şimdi dönüp bakınca o darbe ortamında lise dışardan bitirme sınavına da hazırlayan bu okulların nasıl açıldığını açılabildiğini düşünüyorum. Hatta o sene kursta, yöneticimiz bize televizyonu açıp 'Humeyni'nin İran'a dönüşü'nü izletmişti ki bu olayı merak edecek bilinçte de değildik.

Hikayenin ana karakteri olan genç kanaat önderi denen kişilerin her çevrede nasıl toplumu manipüle ettiğini ve düşüncesizce tehlikeye attığını çok güzel özetlemiş. Aynı şahıslar hikayede kendi yaşantısında tercihlerini pek de gençlere telkin ettikleri minvalde yapmıyorlar.

Aynı hayal kırıklıkları, 1987'de başörtüsü yasağı döneminde de yaşandı ve dindarlar üzerinden siyasi ve ekonomik rant devşirdiği halde onları görmeyenlerin varlığına şahit olundu. Kavganın tepedeki seçkinler arasında cereyan ettiği diğerlerinin ise kullanıldığı zamanla anlaşıldı. Bugünden geri dönüp bakınca, toplumsal olayları ve kimin nerede durup ne yapmaya çalıştığını daha iyi tahlil edebiliyoruz.

İlerleyen dönemlerde üslubu ve mecrası değişse de aynı formülasyon her defasında tekrar tekrar karşımıza çıktı. 28 Şubat'ta yasaklarla cendereye alınan insanlar bugün de cambaza bak denilerek oyalanıyor ve daha yumuşak, kadife kaplı ve yaldızlı sopalarla hizaya  sokulmak isteniyor. Dünya, insan olmaya talip olana varlık sancısı ve keder, azmaya meyilli olana da sonsuz dünyevi hazlar ve bunların peşinde koşacak sonsuz hırs veriyor.
...........
Günlüğü yazanın ismi meçhul.  İstanbul'a büyük bir iştiyakla geliyor. İstanbul onun için hayallerinin şehri, çoğumuz için 12 Eylül sonrası olduğu gibi. Taşranın durağan hayatının, hayallerine dar geldiğini düşünüyor. Okuduğu dergi ve kitapların etkisiyle onların yazarlarıyla yüz yüze tanışma ve aklına takılan konuları onlarla tartışma ihtimali onu heyecanlandırıyor.

Taşra insanı için İstanbul gibi büyük şehirler Kaf Dağı'nın ardı gibi gizemli ve ulaşılmazdır.  Hem köy kasaba ve taşra şehirlerinin yavaş akan günleri, hem de durmuş oturmuşluğu, kendisini farklı hisseden ve  merak duygusu diri olan bir genç için boğucu gelir. Taşraya monotonluk hakimdir. Sosyalleşme yolları ve derinleşme imkanı kısıtlıdır. Gençlikte insan bilmediği insanları ve dünyaları tanımak ister. Gerçi günümüzde bu arayış, ünlü, zengin ve popüler kişiler gibi yaşama ve onlara ulaşma arzusuna evrildi ya, neyse.

Bundan sonra insan kişiliğinin yapı taşlarını oluşturabilir ve hayata daha berrak bir göz-lük-le bakabilir. Belki birçok tecrübeden sonra aslında çok da sıradışı olmayan, üzerinde iğreti durmayan ama içi doldurulmuş özgün bir kişilik ve öz bilinç kazanabilir. Bunu başarabilirse; edilgenlikten davranışlarının sorumluluğunu alan, neyi neden yaptığını bilen bir bireye dönüşür.

Anlatıcımız da işte bu ruh haliyle, tek başına İstanbul'a gelir. Serin bir sabah, biraz üşüyerek İstanbul'a iner ve ilk günü yağmurla geçer.

Liseyi geçen sene bitirmiş ve bu yıl üniversite imtihanına girmiştir. Seksenli yıllarda lise diplomasıyla memurluğa girmek ve hem çalışıp hem okumak mümkündür. O da elinde belgeleriyle gelir ve maliye ile ilgili bir devlet dairesine başvurur. Hemen kabul edilir ve bakanlığa ait bir lojmana yerleşir. Burası bekarların kaldığı bir lojmandır. İşyerindeki arkadaşları ve orada tanıştığı bir arkadaşı ona ufak ufak İstanbul'u ve kitabevlerini gezdirir.

Bu arada ailesine yerleştiğini bildiren bir mektup yazar. Aradan biraz zaman geçince üniversite sınav sonuçlarını postalamaları için adresini gönderir. Tabi ilk zamanlar dairede epey canı sıkılmaktadır ama memleketten bir arkadaşının da aynı daireye gelmesi hayatını biraz renklendirir. Bu sefer de O, arkadaşına İstanbul'u tanıtmak için mihmandarlık eder. Sanki ondan daha tecrübeliymiş gibi hisseder kendisini.

Bu arada İ.Ü. Tarih bölümünü kazanır ve kayıt işlemlerini yapar. Allah'tan fakülte sıkı bir devam istememektedir. Okulun ilk günü daireden izin alıp okula gider ve yüz kişilik  basamaklı amfiyi ve okul ortamını beğenir. Başka bölümde okuyan yeni tanıştığı bir arkadaşı sınıftan not alacak bir arkadaş edinmesini öğütler. O da, bu öğüde uyarak bir kaç defa yan yana oturduğu Kasım'ı not arkadaşı olarak seçer.

Kitaplarını okuduğu bir ağabeyle tanışmaya gider Üsküdar'a, buraya daha önce gelmiş bir arkadaşıyla. Birkaç defa daha gider Çınaraltı'nda oturan yazar ağabeyleri görmeye. Kendisinin de çok kitap okuduğunu, hatta ara sıra yazdıklarını okuyup, fikir vermesini ister. Muhterem, üst perdeden akıl verirler ve ordan burdan duyduğu afili cümleleri kaynak belirtmeden, kendi cümleleriymiş gibi telaffuz eder. Bunu fark eden anlatıcımız, yine de ilk etapta  onları mazur gösteren mazeretlere sığınır. Lakin olayların gelişmesi ve istemediği bir şekilde yani üzüntü verici bir tarzda hızlanmasıyla iyi niyeti yerini iç burkucu tesbitlere bırakır. Büyük anlamlar biçerek çıktığı bu İstanbul macerası, travmatik bir şekilde hüsranla sonuçlanır.

İçlerinden isim yapmış, toplumca saygı duyulan ve kanaat önderi olarak müracaat edilen bir kesimi; o dağdağalı süreçte 'darbe'yi öven yazılar yazarken, öte yandan dergi çıkaran birisi de elindeki denize nazır arsaları satmakla meşguldür. Sokaklarda her gün devam eden şiddet, onların işlerini sekteye uğratmadığı için; ülke güllük gülistanlıkmış gibi yaşayabilmektedirler. İşte anlatıcımızın anlayamadığı, anlamlandıramadığı nokta budur. Uzaktan dayanışmacı görünen insanlar arasında maddi durum ve dünyevi konumlardan kaynaklanan bir hiyerarşi vardır. Bilgi, iman, liyakat, yetenek, karakterlerden kaynaklanan bir farklılaşma değil.

Salih isimli arkadaşı onu bir yayınevinin iftarına götürür. Katılanların çoğu tanıdığı arkadaşlardır. Bu arada bir 'ağabey' de oğluyla iftara katılır. Oğlunun Avusturya Lisesi'nde okuduğunu öğrenince istemsizce üzülür. Heyecandan doğru dürüst hiç bir şey yiyemez ama manevi bir doygunluk da hisseder. Öğrencilerin ortaya konan iki tencereden hep beraber kaşık sallamaları hoşuna gider. Değer verdiği ağabeyin oğluyla onlardan ayrı yemesini ise garipser. 'Yalnız ağabeyimiz ve oğlu bizden ayrı olarak kendilerine ayrılan özel yerde tabaklarda yemek yediler.' (s.70) şeklinde ifade eder şaşkınlığını. Salih, yemeklerin en güzel kısımlarının onlara ayrıldıktan sonra ortaya getirildiğini söyler. 'Salih buna da üzülür.' O ise heyecandan bunu fark etmemiştir.

Bu arada Akif, acele memlekete çağrılır ve babası vefat eder. Hayatlarına bir durgunluk gelir artık eskisi kadar gezip dolaşmayı bırakırlar. Akif biraz tuhaflaşmıştır ve akşamları geç dönmektedir. Bir yerlerde toplantılar falan yaptıklarını söylemektedir. Memuriyetten de ayrılacağını söyler. 'Karşı olduğumuz yapılara hizmet mi edeceğiz' der. Ailesine bakmakla yükümlü olduğunu, böyle bir eylem yapılacaksa bunun grup olarak yapılmasının daha sıhhatli olacağını söyleyerek onu kararından caydırmaya çalışırsa da arkadaşını ikna edemez. Akif istifa eder.

Aradan bir zaman geçince Akif'in vurulduğunu haber alır. Daireden ayrıldıktan sonra ara sıra dergi ve gazete sattığını duymuştur. Caminin önünde gazete satarken jandarma müdahale etmiş, Akif engel olmak için direnmiş ve subay da yakalanıp götürülmesini isteyince kaçmaya yeltenmiş, durmayınca vurulmuştur. Ve cami cemaatinin bu olaya yaklaşımını; 'Halk sıradan bir zabıta olayı gibi ilgisiz Cuma namazına devam etmiş. Bir kısmı jandarmayı alkışlamış.' (s.73) diye  sitemkar bir üslupla vurgular.

Akif, gözünden yaralanmış ve komadadır. Kendisini onun için bir şeyler yapmak mecburiyetinde hisseder. Lakin görüştüğü arkadaşlar, havanın gergin olduğundan bahsetmektedir. Merakla gazeteleri alır.'Ağabeylerimizden biri köşe yazısında bir şarkı yarışmasına katılacak olan şarkıcıyı ve parçayı tenkit ediyordu' (s. 74). Diğeri ise, anarşi ortamıyla ilgili bir yazı yazmıştır. 'Ağabeyimiz, ordunun peygamber ocağı olduğunu, ordunun görevinin mukaddes olduğunu, bu özelliklerinden ayrı düşünülemeyeceğini yazıyordu.' (s. 74.) Kafası karışır ve taktik mi yoksa gerçekten darbeye açık destek mi olduğunu merak eder ve yarın vurulan arkadaşını ziyarete gelince yazara sormayı tasarlar. Tabi değer verdiği hiçbir büyüğü Akif'in ziyaretine gelmez. Daha birinci yılını doldurmadan hevesi kırılır.

Bu arada İstanbul'da çevreyi tanıma turlarına devam eder. Daireden tanıdığı Salih adındaki arkadaşının yurdundaki bir seminere katılır. Seminer 'Cumhuriyet Sonrası Fikir Hayatımız' konuludur. Ağabey, çok ateşli konuşur. Hiç isim vermeden o adamdan (Atatürk'ten) ve Osmanlı'nın yıkılışıyla başımıza türlü belalar geldiğinden bahseder. İki defa fenalaşarak kendinden geçer ve sonunda seminer bitirilir.

Daha sonra okuldaki not aldığı arkadaşı Kasım, konuşmacı hakkında; ceza kanunu 163 ve Ayasofya'dan bahsedip bahsetmediğini sorar ki, gerçekten bahsetmiştir. O'nun bu tip adamlara önem vermediğini, yazdıklarını ciddiye almadığını ve beğenmediğini fark ettiği için yadırgadığını ve şimdiye kadar ondan günlüklerinde hiç bahsetmediğini düşünür. Kasım, az konuşan ve çok okuyan birisidir. Kasım'ın ağırbaşlılığı ve efendiliği, tarzını onaylamasa da irtibatını kesmesine mani olmaktadır.

Bütün hayal kırıklığına rağmen ağabeylerine güvenmeye çalışır. Arkadaşının gözü için bir kampanya yapmak ister. Yine onlara müracaat eder. Fakat kimsenin onu dinlemediğini, işiyle gücüyle ilgilendiğini gözlemler. Peşinden gittiği yayınevi sahibi ona 'Hangi Akif'in demişti.' (s. 77) Konuşacak hali kalmamıştır. Paket yapan arkadaşın, Akif'le ilgili söylediği malumatlar, dergi ortamında gülerek karşılanır ve hak ettiğini düşündüğü kadar dikkat çekmez. Nihayetinde çabaları boşa gider ve kendilerine başvurduğu herkes kampanyaya ilgisiz kalır ya da komik derecede cüz'i yardımlar teklif ederler. Dilenci gibi görüldüklerini anlayarak bu meblağları reddeder. Durumunu günlükte şu cümlelerle ifade eder: 'Artık içimden daireye, okula ve hiçbir yere gitmek gelmiyor. Korkunç bir sıkıntı ve bunalım içindeyim.' (s.79)

Akif, gözünü kaybeder ve camdan bir göz takılarak taburcu olur. Akif'in durumu gittikçe düzelirken beraber dolaşırlar. 'Pek konuşmamakla beraber onun da benim gibi, bu şehre gelişimizin, hayatımızın muhasebesini yaptığını hissediyorum.' diyerek haleti ruhiyelerini tasvir eder. 'Kimin için ve kimlerle beraberdik?' Yolumuzu, hedefimizi kimler ne adına tespit ediyorlardı? (s. 80) Şüphelerini bu şekilde dillendirir.

Evden mektup alır ve bu yıl baharın geciktiğini, kayısı ağaçlarının geç çiçek açtığını öğrenir. 'Birden içimi özlem duyguları kapladı.'  Bu özlemde tabiat ve memleket sevgisi kadar, burada ilişkilerin yapmacık  ve menfaatlere dayalı olmasının da etkisi vardır. İki gün içinde kesin dönüş yapmaya karar verir.

Akif'e kararını açacaktır. Karşı çıksa da kararından dönmeyi düşünmemektedir. Böyle bir sona ihtimal vermemiştir gelirken ama olsun, kararını hayata geçirme noktasında kararlıdır.
Bunu şu cümlelerle ifade eder günlüğünde: 'Karar verdim, bu insanlar arasında yaşamayacağım. Kendime yeni bir çevre, içten ve dost insanlardan bir dünya kuracağım.'(s.81)

İstanbul'da kendi olarak ve inandıklarını inkar etmeden var olabilmenin imkansıza yakın bir seçenek olduğunu tecrübe etmiştir. Kasabasına, ailesine yani ana rahmine geri dönecektir. Belki de burada yaşadığı travmaları atlatabilmesi uzun yıllarını belki de bütün hayatını alacaktır. 'İnsanlar, inançları ve kavgaları böyle değildi.' (s.81)

 'Akif, elindeki defterde yazıların bittiği sayfanın üzerinden gözlerini ayıramadı bir müddet.' (s.82) Valizinden çıkardığı gazete küpüründe, günlük anarşi sayfasındaki haber şöyledir:

           İSTANBUL- Dün Akaretler otobüs durağında okula gitmek için vasıta bekleyen karşıt görüşlü öğrencilerin silahlı çatışması sonucu bir öğrenci ve çatışmayla ilgili olup olmadığı henüz tespit edilmeyen bir memur öldü. Ölen memurun üzerinde adına düzenlenmiş bir kimlik, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi öğrencilerine mahsus bir kart ve Haydarpaşa-Malatya arasına kesilmiş bir tren bileti çıktı.

Akif, yırttığı küpürü defterin yarısı yazılmış son sayfasına iğnelerken, biletleri kontrol eden kondüktöre biletini uzatır. Artık O da arkadaşı gibi, İstanbul'a veda etmek durumundadır. Daha dün arkadaşını vazgeçirmeye çalışırken bugün böyle bir karar alacağını  hiç düşünmemiştir. Arkadaşının kör bir kurşuna hedef olarak hayatının baharında veda etmesi; dönüş kararının ne kadar isabetli olduğunu göstermiştir.

Hikayeyi okuyunca insan, anlatıcının daha sonraki deneyimlerini, hayatının nereye evrildiğini de merak ediyor doğrusu. Bu kadar ceset üzerinden duvarda biten incir misali hayat kendine nasıl yol  buldu? Kahramanımız özlediği çevreyi oluşturabildi mi?

Not: Ali Kemal Temizer; 1953 Mardin doğumlu olup yayıncılık hayatına Düşünce Dergisi ile başlamış ve Beyan yayınlarını kurmuştur.