Tanrının Oku


Tanrının Oku, üç kitaptan oluşan üçlemenin üçüncüsü. İngiliz sömürgesi olan Afrika'nın bir bölgesinde gelenekle realite arasında kalan ve halkını olacaklara karşı koruyamayan, yalnız kalan bir rahibin hazin öyküsünü anlatıyor. Özeleştiri de içeren, umudun ve mücadelenin yolllarını da gösteren bir Afrika romanı.

Bütün olay örgüsü içinde rahibin rüyaları ve olayların gelişmesine yansımalarını ele almak istiyorum  derin anlamlar içeren berrak , uyarıcı rüyalar bunlar... 

Ezeulu'nun iki rüyası

Umuaro kabilesinin lideri olan Ezeulu, bölge sorumlusu Winterbottom'un emri ile Umuaro ile birlik olan altı kabilenin danışmanı olarak resmi bir göreve atanmak için Okperi'ye çağrılmıştı. Çavuş bu görev için yanına öbür kabilelerden  bir yerliyi alarak köye geldi. Neden çağrıldığı açıkça söylenmediği için Ezeulu, şefin ayağına gitmeyi reddetti. Bunun üzerine eli boş dönen yetkililer aldıkları emirle gelip onu tutuklamak emrini aldı. Bu arada Ezeulu da oğluyla yola çıkmıştı. Köye gelen görevliler, o ikisiyle yolda karşılaştıkları halde daha önce görmedikleri için tanıyamadılar. Köylü tanımazmış gibi davransa da tehdit edilince şefin evini gösterdiler ve böylece görevliler onun gittiğini öğrendiler. 

Ezeulu, ilk gece rüyasında büyükbabasını gördü. Büyükbaba da kabilelerin ortak şefi seçilmiş bir kişiydi. Diğer kabileler zengin olduğu için ortak büyük tanrılarının temsilcisi olarak bu ailenin üyelerinden birini bu göreve seçmişlerdi. Çözülmesi gereken ortak bir mesele için, şeflerine karşı geliyor ve onun öğütlerini dinlemiyorlardı. Başka bir kabileden örnek vererek 'eğer tanrıları onlardan yana olmayacaksa onu azledeceklerini, ay dönümünü artık kendileri de gözleyebileceklerini söylüyorlardı. Bunun üzerine büyükbaba dönüşüp Ezeulu haline geliyor ve tebası onu tartaklıyordu. 

Gerçekten de Ezeulu, kabilesine laf dinletememiş ve ortak oldukları Okperili kabileyle savaşa tutuşmuşlar, akabinde sömürge güçleri müdahale ederek silahlarını toplamış ve kırmıştı. Bu olaylar Ezeulu'yu derinden yaralamış ve kabilesindeki bazı hırslı kişlerin saldırılarından çok, yaşlı üyelerin kendini yalnız bırakması şeklinde yormuştu. 

Sömürgeci İngiliz güçlerinin gelişi yeni bir hadise olduğu için onlarla nasıl bir mücadele yöntemi geliştirecekleri konusunda kararsızdı. Kendi aralarındaki sorunlar ve fikir ayrılıkları da ortak bir tavır almasını zorlaştırıyordu. Yanlış anlamadan kaynaklanan tutuklama hadisesi, basiretsiz davranan halkının cezalandırılması için ona bir manevra imkanı sağlamıştı. Ulu'nun temsilcisi olarak kendi yokluğunda tanrısının ihtarlarını dinlemeyen halkını cezalandırmasını umuyordu. Kendisi altı köy adına dini bayramların başlamasını ilan etme yetkisine sahipti. Şimdi ise tutuklu olduğu için bu görevlerini yapamayacaktı. Kendisiyle görüşmek isteyen şef aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığı için ne zaman buradan çıkacağını da tahmin edemiyordu. 

Şeflerinin beyaz adam tarafından tutuklanması, Umuaro halkını korkutmuş fakat nasıl bir yol izleyeceklerini tayin edememişlerdi. İki ay sonra bırakılan Ezeulu, köyüne dönünce hepsi rahat bir nefes aldı. Aradan bir kaç gün geçince yaşlılar heyeti, Yeni Yam Bayramı'nın başlaması için elçilerini göndermesi gerektiğini hatırlatmak için konuşmaya geldiler. İçlerinden en saygın olan üye konuşmasını yaptı. Ezeuluİ iki aydır burada olmadığı için böyle bir ilanı gerçekleştiremeyeceğini, daha üç yamın elinde olduğunu söyledi. Heyet de bayramı ilan etmesi gerektiğini, daha önce de bazı konularda böyle istisnai kararlar alındığını, eğer bir sorumluluk gerekirse bunu kendisinin değil onların sorumluluğunda olacağını, başlarına bir musibet gelirse kendilerinden bileceklerini söylediler. Buna rağmen başrahip önerilerini kabul etmedi. Hasat mevsimi gecikeceği için kendi ailesinin de mağdur olacağını bilerek yetkilerini bu yönde kullandığını ifade etti. Herkesin morali bozulmuştu çünkü iki ay içinde ürünleri bozulacak ve açlık tehlikesi baş gösterecekti. 

Bunu duyan kilise, bu krizden faydalanma yoluna gitti. Ezeulu son kabile savaşından sonra oğullarından birini kendi adına beyaz adamı anlaması ve izlemesi için kilise okuluna vermişti. Fakat oğlu bu gelişmeden onu haberdar etmeye gerek görmedi. Bu arada halk da kışlık erzaklarını kurtarmak için kiliseye giderek takdis ettirmeye -mecburen- razı oldu. Bu gelişme (ne yazık ki) Ezeulu'nun elini kolunu bağlamış oldu. Takdiri kabile tanrısı Ulu'ya bıraktı. İşte bayramın ay sonunda gerçekleştirileceğini elçileri vasıtasıyla ilan ettiği tam bu günlerde ikinci rüyasını gördü. Bu rüyalar sırada rüyalar değil, Ulu'yla iletişime geçtiği özel rüyalardandı.

Ezeulu obisinde oturmaktadır. Evin arkasından sesler gelir, birileri şarkı söyleyerek geçmektedir. Dışarı çıkıp onlara meydan okuması gerektiğini düşünür. Denilir ki; 'Bir kimse evinin arkasında yürüyenlerle güreşmediği sürece, o yol asla kapanmaz.' Ama cesaretini toplayıp yerinden kalkamaz. Davullar, flüt ve insan sesleri yükselmiştir. Cenaze alayı geçmektedir. Ezeulu, onlara meydan okumak için ailesine seslenir fakat cevap alamaz. Kalkıp odalarına gider lakin kimseyi bulamaz. Eşleri ve çocukları yokolmuş, ateşleri sönmüş ve evleri yıkılmıştır. Cenaze alayı uzaklaşmıştır fakat güçlü bir ses duyar. Okunan şarkının son sözleri şöyledir: 'Bakın yolda bir hristiyan var!' Şarkıcının kahkahasıyla uyanır. 

O gece oğlu Obika, komşularının cenazesi için koşacaktı. Köyün en iyi koşucusu oydu. Ateşi vardı fakat komşunun oğlunun ricasını kıramadı. Koşu esnasında kalp krizi geçirerek öldü. Üstelik karısı da hamileydi. Ezeulu, bu felaketi kaldıramadı. İnançlarına göre bir erkek acısını belli etmemeliydi. Atasözü der ki: 'Bir erkek cenaze koçu gibidir, Gelen her darbeye ağzını dahi açmadan katlanmak zorundadır, Nasıl acı çektiğini yalnızca vücudunun sessizce sarsılışı anlatmalıdır.' Normal şartlarda Ezeulu, acısıyla başa çıkabilirdi. Velakin Ulu'nun kendisini cezalandırdığına inanıyordu. O'nu düşmanına karşı niye yalnız bırakmıştı. Kalbi kırılmış ve kendisini anlamayan halkı yüzünden yalnızlığa itilmişti. İşte bu durum onu mağlup etmişti. Bundan sonra olanları anlayamayacak bir deliliğe tutulmuştu. Ona kızgın olan halkı da çareyi düşmanının kilisesine sığınmakta bulmuş ve yamlarını oğullarıyla kilise bahçesine göndermişler, bundan sonra kilise tanrısının korumasını talep ederek yamlarını o oğulları adına toplamışlardı. 

İronik olarak Ulu, kendi rahibini yok etmekle kendisini de yokluğa mahkum etmiş oldu.

Bazı kabile özdeyişleri;

'Güneş ışığının karanlığı kovalaması gibi, beyaz adam da tüm geleneklerimizi yok edecek.'

'Önce yaban kedisini kovalayalım, tavuğu sonra suçlarız.'

Yam: Kabilelerin, hasada başlamadan önce, ektikleri üründen bir parçayı şefe getirmeleri.

şaşırtıcı rastlaşmalar...

İnsan okurken en alakasız kitaplarda, ilginç bilgilere raslayabiliyor. Bugün 'Güneyli bayan'ın özel defteri' adlı kitapta, Malcolm X'in de konutuğu Washington yürüyüşüne katıldığını, bu konuda bir yazı yazmak için Malcolm'un arkadaşlarından birinin yardımıyla birkaç kişi ayarladığını okudum. 
Malcolm'un konuşmasını, o dönem yaygın olan zenci papazlara benzettiği için dinlemekten sıkılarak yenek aramaya gittiğini sölüyor. Kendisi yarı Yahudi bir Alman olarak Amerika'ya yerleşen bir aileye mensup sosyalist bir kişi. Gazetecilik, hikaye ve senaryo yazarlığı yapmış. Hatta 2. DÜNYA SAVAŞINDA, Ruslar kazanmadan önce oradaki hatlara gidip ziyaretler yapmış davet üzerine.
İSPANYOL İÇSAVAŞINDA oraya da gider. şöförüyle Madrid'e giderken bir dağ köyüne uğrarlar. söföre savaş sebebiyle insanların aç olduklarını söyler o da: Hiçbir şeyleri yoksa söylerler, varsa verirler, der. 
Köye çıkarken Luis: Nerede bu kadar yüksekte bir kilise varsa, orada o kadar çok fakir vardır. Bize bir şeyler verirler, der. Gerçekten de onlara ikram yaparlar, o da ev sahibesinin hoşuna giden ayakkabısını orada bırakır göstermeden. Çok tanıdık bir olay bu. Devletlerden öte bir ortak refleks var. Tabi kapitalizmin modernizmin(!) baskınlığı arttıkça bu güzel hasletler de arkaikleşiyor üzücü.

Afganistan’da 15 gün… (barış, hukuk ve umut)


 

İki bin on beş yılının Ağustos ayında bir gezi programı sebebiyle Afganistan’a gittik. Aradan tam altı yıl geçmiş. Afganistan’ı işgal eden Abd, çekilip yerini Taliban’a bırakınca ben de herkes gibi eski anılarıma döndüm  ve fotoğraflara bakarak bilgilerimi güncelledim.

Bizi havaalanında Tika’dan bir arkadaş karşıladı ve Kabil ofisine gittik. Daha önce bir saldırı olduğu ve hasar gördüğü için binası yenilenmişti. Daha güvenlikli ve büyük bir bina yapılmıştı. Ana binadan ayrı bir de iki katlı misafirhanesi vardı.  Alttaki dairelerden birinde Tika’da çalışan bir Özbek aile kalıyordu iki de kızları vardı diye hatırlıyorum.

Bize de öbür daireyi verdiler. Diğer arkadaşlar da ana binaya yerleşti. Terör yüzünden Afganistan’da serbest gezmek mümkün değildi. Onun için Süleyman Şahin başkanlığında TİKA ekibi -sağolsunlar- bizi evimizde hissettirdi. Biz gittiğimizde aşçıları eğitim için Türkiye’ye gitmişti. Kendisiyle tanışamadık ama diğer yardımcı bayan da Türk yemekleri konusunda uzmanlaşmıştı. Akşamları güllerle donatılmış bahçede çay ve çekirdek eşliğinde koyu sohbetler yapma fırsatı bulduk.

Çalışanlar,  bütün kesimlerden –Peştun, Özbek, Tacik, Hazara-birer numune ile Afganistan’ın mozayiğini oluşturuyordu  ve aralarında bir de Türkmen kız kardeşimiz vardı. Süleyman Bey bütün çalışanları üniversiteye de gönderiyordu. Hatta biz döndükten sonra iki tanesi İstanbul’a geldi ve Taksim’de bir çay içtik.

Geldikten birkaç gün sonra bir gece saat 1 civarında ışık açık yatıyordum. Yüzüm cama doğru dönüktü. Büyük bir gürültüyle beraber tül ve perde içeri doğru bombe yaptı. Deprem oluyor sandım. Öyle kuvvetli bir ses ve rüzgar oluştu. Meğer bomba yüklü bir kamyon Kabil’in dış mahallelerinden birinde,  Afgan ordusunun merkezinde patlatılmış ve bir kilometre çukur acılmış, ölü sayısını yirmi küsur açıklandı ama asında bin e yakın ölü ve daha fazla da  yaralı vardı. Hatta o zaman Türkiye de acil yardım göndermişti. (7 Ağustos 2015)  Böylece ‘Afganistan gerçeği’yle tanışmış olduk. Daha sonra sahaya inince daha pek çok kötülükle ve gayri insani durumla karşılaşacaktık.

Kabil dışında uçakla Mezarı Şerif, Şıbırgan, oradan da  Herat’a  gittik. Bizim gittiğimiz dönem yaza denk geldiği için aşırı bir kuru sıcak vardı. Kuru havasından dolayı tozlu bir ülke. Bu yönüyle Kabil’i Şam’a benzettim. Geçmişte güllerinin çeşitliliğiyle anılan ülke bugün cehalet, yoksulluk, uyuşturucu ve becce denen iğrençlikleriyle anılan ürkütücü bir distopya adeta.  Afganistan her türlü pisliğin serbest olduğu aynı zamanda bin bir çeşit yoksunluğun ve acının yaşandığı bir yeryüzü cehennemi. Hemen yolun karşısında bir gece kulübü sabahlara kadar bangır bangır açık. Geceleri silah sesleri duyuluyordu.  

Kabil’de Tika’ya yakın Türk dili ve Afgan milli şairlerle ilgili bir programa katıldık . Sonra halı dokuyan Özbek kadınları çekmeye gitti arkadaşlar. Şehrin içindeki Babür bahçelerini ve Babürşah’ın mezarını (Hindistan’dan getirilip gömülmüş kemikleri vasiyeti üzerine), Kabil’in ortasındaki tepede Burhaneddin Rabbani’nin mezarını ziyaret edip şehrin genel görünümünü çektik. Halkacıda halka attık. Çocuklar uçurtma uçuruyorlardı. Namazdan çıkan cemaat tarafından 5 ay önce Kuran yaktı denilerek linç edilen, önce yakılıp üzerinden arabayla geçilen ve yandaki kanala atılan Ferhunde Melikzade’nin  öldürüldüğü caminin yanından geçtik. Bu provakasyonlara açık bir toplum olmalarından dolayı hayıflandık. Polis olaya müdahale etmemiş ve izlemiş. Daha sonra Kabil’de kadınlar cenazesini elleri üstünde taşıyarak mezarlığa kadar yürümüşler. 4 gün içinde yapılan yargılamalarda dört kişi idama mahkum edilse de giden can geri gelmiyor.



Süleyman beyin başlattığı güzel bir proje vardı. TİKA bahçesinde  yetimhanedeki çocuklara her hafta bir milletvekili ya da bakan yemek veriyordu. Bu proje çok anlamlıydı. Yüze yakın çocukla birlikte yer sofrasında yemek yedik. Çok güzel bir akşamdı. Ertesi gün yakın olan yetimhaneye gittik . O gün, yetim kızlardan biri evleniyordu. Odasına girdik. Yanında orta yaşlı bir bayan vardı. kendi akrabası mı yoksa müstakbel eşinin mi bilemiyorum. Gelin çok tedirgindi. Yüzü gülmüyordu. Bir bilinmezliğe doğru gidiyordu doğrusu. Nikah bizim yanımızda kıyıldı, damatla da röportaj yaptık sonra gelini alıp çıktılar. İnşallah eşi yetimliğini kendisine karşı kullanmamıştır. Bu düğün sebebiyle ders yoktu, çocuklar bahçede koşturuyordu, bir yaşından 17 yaşına kadar her yaştan kız ve erkek çocukları vardı. Aynı zamanda yatakhaneleri de üst katlardaydı.





Afganistan’ın güvenlik krizi çözülse bile çok ciddi insani problemler var. Kırk yıllık işgalin en büyük zararı, parçalanan aileler; anne, babası veya her ikisi ölen yetim çocuklar görüyor.Bu problemler çözülemez değil lakin Afganistan’ın kendine özgü şartları çözümü imkansız kılıyor. Zenginle fakir arasındaki uçurum öyle derin ve kopuk ki! Yetişkinlerin hataları sonucu çocuklar büyük yoksunluklar yaşıyor ama bakanlar ve milletvekillerinin bu kargaşa ortamında bile her hafta sonu özel uçağıyla Dubai’ye gittiğini öğrenince epey şaşırdık.

Bunun için gelmeden önce biz de ekip olarak yetimlere kavurma pilav ve ayranla tatlı ziyafeti çekerek onlara yemek doldurup hizmet ettik. Erkekler, erkek çocuklarla top oynadılar, sonra onları akşam saati yolcu ettik. Allah’ın vahşet içinde rahmetine şahit olmak bizi mutmain etti.

Bir akşam da Türkmen bir ailenin evini ziyaret ettik. Babaları öldürülmüş mecburen Kabil’e yerleşmek zorunda kalmışlardı. Rahatça iletişim kurduk, teyze yaşadıklarını anlattı ve bize kuşak örmeyi gösterdi. Evleri, yaşantıları tanıdıktı, bize ikramda bulundular. Kızları gazetecilik yapıyordu. Akşamları dışarı çıkmanın tehlikeli olduğunu söylediler. Sokakları araba giremeyecek durumda çukurlarla doluydu.



Bir gün de hastanedeki çocukları ziyarete gittik ve doktordan bilgi aldık. İlaç ve malzeme eksikliği en büyük eksikleri, buna rağmen doktorlar canla başla tedavilerini yapmaya çalışıyorlar. Hastanenin hemen yanında 1930’lu yıllarda Türkiye’nin yaptığı hastane vardı ama bombalardan o da nasibini almış sadece iskeleti kalmıştı. Zamanında güzel bir bina olduğu anlaşılıyor. Afgan üniversitesini ve Türk Dili sınıflarını gördük, Tika da onlara hibe ettiği bilgisayarları verdi. Öğrenci kızlarla konuştuk hepsi İstanbul’u görmek ve öğretmen olmayı hedefliyordu.





Bir günümüzü de Kabil’in çarşısına ayırdık. Değerli taşlardan yapılan takılar ve rengarenk kıyafetlerle dolu çarşıdan hatıra kabilinden parçalar aldık. Ve esnafla konuştuk.

Afganistan taşlar ve madenler yönünden zengin bir ülke.Doğal gaz, petrol, kömür, bakır, gümüş, altın, kobalt, kükürt, kurşun, çinko, demir cevheri, tuz, nadir toprak elementleri, değerli ve yarı değerli taş yataklarıyla dünyanın en zengin mineral rezervlerine sahip. Tarihten beri lacivert taşı, Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’a Hindukuş dağlarından çıkarılıyor. Afganistan’ın değerli taşları zümrüt, lel, safir, lazuli, turmalin, 3 tür yakut, garnit,  elmas gibi yarı kıymetli taşlar. Bunlardan dört çeşidi daha popüler olan Penşir’deki zümrüt (Şah Mesud taşı), yakut ve çeşitli safir türleri,



Badahşan’da lacivert ve Nuristan’da turmalin, acumirinum ve berilyum gibi yarı değerli taşlar bulunmakta. Afganistan zümrüdü elmastan sonra dünyanın ikinci pahalı taşı olarak bilinmekte. Zengin ülkelerin Afganistan’a demokrasi götürme sevdasında tıpkı Irak gibi bu ülkenin zenginliklerinin yağmalanması birinci etkendir maalesef. Terör, Taliban gibi bahaneler, dünyanın dikkatini  dağıtmaya yönelik aslında.

 ......

Böylece ilk haftamızı yoğun koşturmaca ile bitirerek Mezar-ı Şerif’e gitmek için  Kabil havaalanına gittik. Uçağa binmeden önce çakmaklarımıza el koydular. Afganistan olmasa bile Kabil havaalanı çok güvenli. Bu muameleyle Tanzanya’da da karşılaşmıştık.

Uçakla giderken şiirlerden tanıdığımız Hindikuş dağlarının üzerinden geçtik. O kadar güzel ve vahşiydi ki.. Dağların arasında sulak vadilerde köyler göze çarpıyordu. Araba girmeyen sadece eşekle gidilebilecek yerler. Geceleri o dağların üzerine helikopterlerle silah ve yiyecek malzemesi indirilip stoklandığı söyleniyordu en az on yıllık.

Uçağımız epey eskiydi ama doluydu. Bir saat falan sürdü uçuş. Oradan Tika şubesine varıncaya akşam oldu. Bizim için yemek hazırlamışlardı. İnşaat devam ettiği için bizi konuk edemediler. Şehir içinde Raşid Dostum’un misafirhanesine götürdüler. Kapıda korumalar ve hizmetliler vardı. Bahçede tek katlı binanın damına çaylarımızı alıp çıktık, arkada meyve bahçeleri ve evler vardı. Yıldızların altında oturduk. Yataklarımızın naylonları sökülmemişti. Herhalde kirlenmesin diye. Haşır huşur uymaya çalıştık.

Orada da rehberlerle beraber dolaştık. Ertesi gün Belh’de  Mevlana’nın doğduğu köyün yanındaki türbesine gittik, bizi götüren askeri korumalar çok tedirgindi. Taliban bu bölgede çok güçlüymüş çünkü. Mevlana’nın doğduğu ev, aslında bir medreseymiş. Babası ailesiyle burada yaşıyormuş. Şimdi  yıkıntı halindeydi. Oradaki köylüler sağolsunlar  İstanbul’dan geldiğimizi duyunca hemen koşup bize ayran ikram ettiler biraz sohbet ettik. Çocuklarla fotograf çekindik. Vedalaşarak çok yakında olan dünyanın ilk ateşgedesini görmeye gittik. 




Dönerken arkamızdan uyarı ateşi atıldı. Şoförümüz  Taliban tarafından atıldığını söyledi, kırsal yerler Taliban’ın elindeydi. Neyse ki korumalarımız vardı. Ateşgede yolun kenarında hala -ayaktaydı. Etrafında bağlar vardı. Rivayete göre, burası Zerdüşt’ün de doğum yeriymiş. Kerpiçimsi taştan oval bir yapıydı ve ortasındaki büyük boşluğun tepesi açıktı. Burası da harabe haldeydi ve turistlerin ziyaretine açıktı. Kabil gibi burası da aşırı tozlu bir belde. Kadın-erkek herkesin başları ve hatta yüzleri kapalı giyinmesini, bu tozu görünce daha iyi anladık. Zaten kırsalda daha yaygın br kıyafet burka.

Oradan yorgun argın geri döndük  tam misafirhanenin önüne vardık ki ne görelim? Bizi duyunca Dostum özel helikopterle savaş bölgesine davet etmişti, gezi programı yaptığımız için reddedince içeri alınmadık. Akşam saati bize kalacak bir otel ayarladılar. İki katlı mütevazi bir eve gittik. İki üç gece de orda kaldık. Otelde çalışan genç yirmi yaşında yeni evli bir gençti. Üç aylık bebeği varmış ama tekrar evlenmek için para biriktiriyormuş. Evlenmek için bin dolar lazımmış. Afganistan’ın geneli tek eşli ama selefi etkisi de hemen hissediliyor.  


Oradan Şıbırgan’a geçtik ve zamanında valilik yapmış bir ağa bizi konağında ağırladı. Güzel bir sofra hazırlamış. Yemekten sonra yeşil çaylarımız ve kuruyemişler geldi. Bol bol kendini övdü ve nerdeyse zorla bizi biraz ilerdeki tek katlı binadaki müzesini çekmeye gönderdi. Koridora sağlı sollu isim yapmış atalarının fotoğraflarını asmışlar. Hızlıca çekip geri döndük.

Ertesi gün deveyle susam yağı çıkaran bir aileyi görmeye gittik. Kadınlar halı dokuyordu. Afganistan’da halı yere yatay şekilde dokunuyor. Eğilerek dokuyorlar, çok zahmetli bir uğraş. Bir metrekare halıyı her şeyi içinde on, on beş Afganiye satıyorlar. Onun yarısını da ip almak için verip ufak tefek ihtiyaçlarını alıp köylerine dönüyorlar. Maden ve kıymetli taşlar gibi Afgan kadınların bellerini bükme pahasına yaptıkları halılar yok fiyatına toplanıp İran halısı diye dünyaya yüz katına dünyaya pazarlanıyor. Tika kadınlara halı yapmak için malzeme yardımı yapıyordu karşılıksız. Lakin esas kalem halılarını dünyaya aracısız pazarlayabilmeleri.






Kenar mahalledeki ailemizizn bahçesi büyük evi kerpiçten, etrafı da kerpiç duvarla çevriliydi. Keçiler ağacın altında gölgeleniyor, çocuklar koşuşturuyordu. Yaşlı bir dede, delikanlılar, kızlar psikolojik rahatsızlığı olan bir ablayla kalabalık bir aileydi. Ortaokul çağında iki kızları vardı okutmak da istiyorlardı ama bu sağlıksız koşullarda ne kadar başarabildiler meçhu!.

Kıtkanaat haram helal gözeterek sade bir hayat yaşıyorlardı. Dede, küçük torununun bir kaç yıl önce kaçırılıp tecavüz edilerek öldürüldüğünü ağlayarak anlattı. Buna rağmen bu aksakallı dedenin yüzündeki tebessüm, sadelik ve tevekkülü bizi çok etkiledi. Afrika’nın bir çok yerinde kız çocuğu, Afganistan’da ise oğlan çocuğu olmak çok zor. Tecavüz, maalesef çok yaygın ve faillerin çoğu devlet görevlisi, Asker, polis ve zengin sınıftan kişiler oldukları için gariban halkın kendini koruyacak ve de tecavüzcüleri cezalandıracak gücü yok. Taliban’a halk desteğinin atında bu bu tür güvenlik kaygıları yatıyor.

Afganistan biraz Ortadoğu coğrafyasına benziyor,  Bin bir çeşit halk iç içe ve kendi aralarında kadim gelenekleri var. Rahat bırakılsalar pekala dövüşmeden barış içinde yaşabilirler. Peştunlar  gibi bazı topluluklar içinde kavgacı aşiretler var. Onun dışında kendi halinde yaşayıp gidiyorlar. Şiddetin ulaşmadığı yerlerde insanlar günlük hayatını yaşamaya devam ediyor.

Kırsal kesimlerde çok yanlış batıl inançlar da yok değil. Mezarı Şerif’te devlet hastanesini de ziyaret ettik orda Türk doktorlar da vardı. Köylerden gelen hastalar avluda oturmuş çocuklarıyla bekleşiyorlardı. Babalar çocuklarıyla ve eşlerine  karşı gayet ilgili ve sevecendiler. Yalnız bazı yörelerde anneler yeni doğanları emzirmeyi reddediyorlarmış çocuğa zararlı diye… Doktorlar bu boş inançları kırmaya çalışıyorlar.

.....

Oradan karayoluyla Herat’a geçtik. Orada parti merkezinde çalışan bir genç bize rehberlik yapacaktı. Bizi parti merkezine götürdü, orada kalacağımızı söyledi. Herkesin girip çıktığı bir mekan olduğu için kalmak istemedik. Ama makus talihimizden de kurtulamadık. Süleyman bey, oranın itibarlı ailelerinden birinin evini ayarladı. Adam, Herat’ın en zengin savaş ağalarından biriymiş. Çarşıyı biraz gezip ezan saati yorgun argın oraya gittik dört katlı insaat halinde bir binaydı. Bize birkaç lokma yiyecek ve yatacak yer gösterseler çok makbule geçecekti.

Bizi zannederim işçilerin kaldığı ilk kata aldılar. Bizim seksenlerdeki öğrenci evlerine benzeyen bir yerdi. İnşaat bitmemişti. Adamın üstteki üç katında üç eşi varmış. Biz beş kişi yan yana dizildik. Yorgunluktan oturamıyoruz. Kendine bir nargile getirtti. Bize de sordu teşekkür ettik. Bunlar hazara mı peştun mu neymiş yanımızdaki Tika çalışanı kız Türkmen olduğu için kıza aşağılayıcı hatta hakaretamiz bir seyler söyledi. Kız ağlamaklı oldu. Çok sinirlendik ama gece vaktı  gidecek yerimiz yok. Gündüz altı askerle beraber geziyoruz. Kafamıza göre hareket etme şansımız yok. El mecbur bir saat adamın şişinmelerini ve yeni evlilik planlarını dinledik. Kızlar dahil bütün çocukları İngiltere’de okuyormuş 18 tane mi ne çocuğu varmış. 25’e tamamlamak istiyormuş. Onlar mal ve çocuklarının sayısıyla övünmeyi severlermiş. Güya müslümanlar ama Kuranın açıkça yerdiği bir fiille övünüyorlar.  Sıradan halk daha makul bir hayat yaşıyor. Bu anlayış zaten niye yıllardır Afganistan’ın bu halde olduğunun en canlı ispatı.

Daha sonra sofra kuruldu patron da bizimle yedi. Sanırım hizmetliler için yapılmıştı çünkü bizim yiyebileceğimizin on katı falandı kebaplar. Özel bir pilavları varmış hepsinden biraz tattık. Sonra bizi bırakıp çıktı. Temizlenmemiş yer minderlerinin üzerine yatarak sabahı yaptık ve oradan çıktık.

Ertesi gün Herat’ın ünlü çarşıları, kalesi ve çok güzel olan tarihi Herat Cuma camisini gezip çekim yaptık. Rus işgali sırasında general olan ve evini müzeye çeviren Ahmet Şah Mesut’un yardımcısı  İsmail Han’ı ziyaret ettik. Söyleşi yaptık, anılarını anlattı dinledik. Duvarlarında büyük tablolar vardı o günleri tasvir eden. Çok beyefendi bir insandı. Bize karşı alçakgönüllü ve misafirperver davrandı. Tepede Rus işgalinden kalan silahların vs. olduğu müzeyi çekip savaşta müslüman olan eski bir Rus askeriyle ve oradaki Aksakallılar meclisiyle  konuştuk. Müslüman Rus müzeye bakıyordu Afgan bbir kadınla evlenmiş. Yaralıyken Afganların ona merhametli davranışları kalbini İalama ısındırmış ve geri dönmemiş.





Mezarı Şerif o kadar değildi ama Herat’ta erkeklerin bakışları ürkütücüydü. Kesinlikle yabancı bir kadın sokakta rahat yürüyemez. Kıyafetlerimiz onlar gibi olmasına rağmen kendimizi rahatsız hissettik.

İşimiz bitince Kabil’e geri döndük. Son gün herkes bir yere dağıldı, ben de çatıya çıkıp şehrin genel görünümünü çektim. Günümüz yetmediği için Nuristan’a yani Büyük İskender’den kalma ilginç bir topluluk olan ve ‘kafirler’ de denilen topluluğun bölgesine, açık havada ders yapan çocukları görmeye,hatta Kabil’in  eteklerinde rengarenk gecekondularına ve daha bir çok yere gidemedik. Aşırı sıcak ve kuru havasına alışkın olmadığımız için genç asistanımız iki defa hastanelik oldu. Mezarı Şerif ve kabil’de son gün serum bağlandı. Hastanelerde klima olmadığı için Mezarı Şerif’te doktor bahçeye çıkıp kafasından aşağı bir kova su boşaltıp tekrar hastalarının yanına dönüyormuş.

Kabil’de çok güzel bir sürprizle de karşılaştım. Oraya iş için gelen ve uzun süredir görüşmediğim bir akrabamla buluştuk, bizi ziyarete geldi. Kendisiyle sohbet ettik. Gerçekten de dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurmuş.- Onun Kabil’de olduğundan bile haberim yoktu. İnsan ülkesinden binlerce kilometre uzakta böyle bir tesadüfe hayret ediyor.

Son akşam, TİKA bahçesinde bir çiğköfte partisi yaptık. Elazığlı eğitimci müdür Mutlu Güzel’in yoğurduğu çiğ köfteyi onun yanık sesi eşliğinde yedik. TİKA’daki o güzel insanlarla  vedalaşmış olduk. Bahçesine diktiğimiz hatıra Nar fidanını da geride bırakıp bir daha gelmek ümidiyle Kabil’den ayrıldık. Zorlu bir gezi olsa da Başta Süleyman Şahin bey ve Mutlu Güzel bey olmak üzere, Tika Afganistan’daki her kesimden çalışanlarıyla bizi çok güzel ağırladı. Hepsine müteşekkiriz.



Afganistan, Gül’ü, Nar’ı, her kavimden çok güzel, mazlum ve masum insanı, halısı, değerli taşları, otantik adetleri ile , bütün o dış işgalciler, batılı sömürgeci ortakları, onların teşvik ve organize ettiği uyuşturucu, becce ve savaş ağalarına rağmen, insanlığın en kadim ve en güzel topraklarından biri. O güzel ve masum insanlara selam olsun, dualarımız ve gönlümüz her zaman onlarla beraber.



                                                       barış, hukuk ve umut...

Not: Kabil'in banliyösü, kuzey doğusundan karların eksik olmadığı dağlarla çerçevelenmiş meyve bahçelerinin mesut gülüşünü etrafa yayar. Eski kralların sarayı güney doğuyu taçlandırır. Burası bahçelerle süslü yüksek bir tepedir; bu bahçeler ölümsüz  peygamber İlyas'ın ayak izinin yakınındaki bir kaynağın sularıyla sulanır. (Babür - s.60)

seçmeler..

Dünya edebiyatından seçilmiş MEKTUPLAR (ADAM yayınları)

Van Gogh (1853-1890):

İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla, gelip geçenler yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: içindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeterli olmalı, büyük bir sabırsızlıkla ama gene de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı -belki de hep orada kalmak üzere- saati beklemeli. Tanrıya inanan kişi önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli. 

Şimdilik, görünüşe göre, her işim kötüye gidiyor, bu durum epeydir sürüyor üstelik, gelecekte de bir süre aynı olacağa benzer; ama her şeyin düzeleceği bir vakit de gelebilir. Bu ille de olacak demiyorum, belki de hiçbir zaman olmayacak. Ama iyiye doğru bir gelişme olursa, bunu bir kazanç sayar, rahatlarım ve derim ki: nihayet! görüyorsunuz ya, bir şeyler varmış!

...insanlarda ve yaptıkları işlerde gerçekten iyi ve güzel olan, içsel ahlak taşıyan ve tinsel ve harikulade güzellikte ne varsa Tanrı'dan geldiğine inanıyorum öte yandan, insanlarda ve yaptıkları işlerde kötü ve yanlış olan şeyler tanrıdan değil bence, Tanrı hiçbirini onaylamıyor.

Bir de, her zaman düşünmüşümdür ki, Tanrı'yı tanımanın en iyi yolu pek çok sevmektir. Bir dostu sev, karını sev, canın ne istiyorsa onu sev, bildiğinden daha fazlasını bilmenin doğru yoluna girmişsin demektir. Ben böyle diyorum. Ancak ulu, ciddi, mahrem bir duygu birliğiyle sevmeli kişi, tüm gücü ve aklıyla sevmeli, daha derinden, daha iyi, daha çok öğrenmeye çalışmalı. böylesi bir yol Tanrı'ya götürür, sarsılmaz imana götürür.

Bir örnek vereyim sana: biri Rembrand'ı seviyor diyelim, ama ciddi seviyor, o kişi Tanrı'nın var olduğunu bilir ve derinden inanır. Biri Fransız devriminin tarihini inceliyor diyelim, o kişi imansız olamaz, en büyük şeylerin gerisinde de tanrısal bir erkin kendini gösterdiğini anlar.

s. 107-109




Tek ayakkabılar ülkesi...




(Prens/ Federico Andahazi )

 

  (Onu ötekilerden korumalıydık, ama her şeyden önce kendimizden korumalıydık; ihanet geçerli akçe olmuştu. İhanetle ödeme yapma, intikamla maaş alma alışkanlığı edinmiştik. Köpek dişlerinin iyi bir fiyatı olduğunu biliyorduk.)

 

Nedense Andahazi’nin bu kitabı Türkiye’de pek gündem olmadı. İş bankasından 2005’te basılmış. Oysa İstanbul’a da özel bir bölüm ayırıyor.

Roman, birbirini tamamlayan üç bölümden oluşuyor. 

Birinci kitap,  Göğe yükseliş’te  Gökyüzü krallığı ve Sonsuz uyku başlığında iki bölümden meydana geliyor.

İkinci Kitap, Doğduğu günden göğe yükselişine dek Prens’in hayatının kronolojisi adı altında; Düşmüş Melek ve Taç giyme bölümlerinden müteşekkil.

Üçüncü Kitap ise, Arjantin’in sonu geldi, Gölgelerin krallığı ve Karanlığın krallığı’ndan ibaret.

Genel olarak değerlendirmek gerekirse; kitap Arjantin özelinde Latin Amerika halklarının folkloruna, mitlerine göndermeler yaparken aynı zamanda post modern zamanların göstergelerini de çok etkin olarak kullanıyor. 

(Bu kitabı ben de kaçırdım. Geçen kış okuma fırsatı buldum. O günlerde biz, postmodern devrimler yoluyla geçmişe dönmeye çalışıyor ve hayal aleminde yaşıyorduk.)

 Yazar, asıl mesleği olan psikanalizmin nimetlerini, ‘Prens’e  güzelce yedirmeyi bilmiş. ‘işte o zaman çevresinde sıkış tıkış birikenlerin gözlerinde, umutsuzluk içinde görme hasreti çektiğini görmek için, saf bir pırıltı olduğunu sezdi.’      

Tüm zamanlarda ve hassaten modern zamanlarda iktidarın yaslandığı illüzyon ögeleri olarak; göğe yükselme gösterisi ve akabinde kabinenin metruk  Palatino Sono Film stüdyolarında süren bekleyişleri vurucu bir anlatım olmuş.

Anladığım kadarıyla, Hristiyanlıktaki babasız İsa ve Meryem ana motifi, 12 havari ve aziz günlerinin sıra dışı anlamları (ayın 4’ü, Çarşamba, komisyoncuların ve spekülatürlerin azizi, Aziz Eusebio) göğe yükselme ile beraber 6666 ayete, minarelere, ezana, İstanbul’a, Ayasofya ve Sultanahmet’e de göndermelerle birlikte Makyavel’in prensine de işaretler içeriyor. Hatta  Makyavel’in Latin Amerika versiyonunun hikayeleşmiş bir modern versiyonu denebilir. ‘Farklı dinler onun ruhunda zıt yerler işgal etmiyordu; tam tersine, onları hepsinin toplamından çıkan tek bir şifre gibi algılıyordu.( s.124)

Göğe yükselişle hipnotize olmuş toplumun, yalnız ve tek tek bireylerden, günahkar bireylerden müteşekkil olmakla birbirine yaslanmış kaderci insanlarının, soyu Doğu'ya dayanan başkanlarını (Wari’nin oğlu), kurtarıcılarını beklemesi süreci ve psikolojileri ince ince tahlil edilmiş. ‘Kendi tarihimizi, ötekinin talihsizliğinin kerpiciyle inşa etmeyi öğrenmiştik. Ölü olanlarınmız alt çenelerimiz çarpa çarpa, başlarını koltuklarının altında taşıyan boğazlanmışların sarsak adımlarına gülüyorduk, kalçası çıkık olanlarımız felçliler karşısında tek ayakla dans ederek hünerlerimizi gözler önüne seriyor, miyop olanlarımız şaşıların karşısında övünüyor, şaşı olanlarımız ise körlerin gözlerinin boş gözevlerine gerçek (hakikat) asamızı batırıyorduk.’ s.123 

'Halkın mali durumu şimdi işten çıkarılan çalışanların ailelerine barınak olan Ulusal Hazinenin açık kapılarının acıklı görüntüsüyle özetlenebilirdi.' s.139

Sonuçta Kurtarıcı görünmez akıl hocası eşliğinde (Batı) bombalarıyla geri dönüyor. Önce makinalılarla üst üste yığılan insanların son gördükleri de Hiroşima ve Nagazaki’deki gibi bir şekil oluyordu.

Wari’nin oğlu, ilkin arkasında bir sürüngen ordusuyla dağdan köye inmiştir. Yolda önce lamasını otlatan çobanla karşılaşır. Hayvanların sütü, eti ve derisi karşılığı kendilerine köle ettiği insanı görünce bu insanları etkilemenin ne kadar kolay olduğunu düşünür.

O'nun en sevdiği şey parmağını ıslatıp para saymaktır. Gözden düştüğünü görünce, sırayla evlatlık aldığı çocuklarını öldürtür. Halka şirin ve güvenilir görünmek için bir hayat kadınını ilk topladığı parayla satın alıp öksüz çocukları toplamıştır. Halka açık cenaze törenlerinde halkın merhamet duygularıyla oynayarak iktidarını sürdüre gelmiştir. En son kendi oğlunu da komik bir şekilde (boğazına tavuk kemiği kaçarak) öldürtünce karısı konuşmayı kesmiştir. Ta ki, göğe yükselme gününe kadar. Aralarının iyi olmadığı boşanacakları haberleri muhalefet tarafından çıkarılınca, halk galeyana gelir. Bağlayıcılığı olmayan bir referandum bile isterler. 

Siyasi cinayet konusunda çok mahirdir. Kendisine bir tehlikeden bahsedilince İçişleri bakanının cevabı her zaman 'Bir şeyler düşünürüz' olur. Resmi işlerle ilgili araştırma yapan gazeteci, imzası olan gazeteler ağzına tıkıştırılarak gazetenin bayrak direğine asılı olarak bulunur. Olayı inceleyen mahkeme üyeleri, delillerle beraber mahkeme ateşe verilerek yakılır. Ayrıca bu gibi karanlık cinayetler, daima muhalefetin üzerine atılır.

Tek ayakkabı, tek küpe gibi yılanın ağzından çıkardığı hediyelerle efsunladığı halkı, yıllar yılı ikinci teklere sahip olmak için umutla beklettikten ve beklentiyi gün be gün yükselttikten sonra üzerlerine ölüm yağdırarak finali yapar.

Kendi dillerini konuşan ve kaderini benimsedikleri başkanları bilinmeyen bir ülkede kazancını biriktirirken, onlar her gün biraz da uçuk vaatlere aldanıp birbirlerini kırarken O’nun iktidarını korumak için gerekirse öz evlatlarını bile yok edecek kadar aşağılık sürüngenler dünyasına mensup olduğunu göremediklerinden - görmek istemediklerinden köpekleşerek; ‘aynı biçimde utançtan süngüsü düşen biz köpekler de sonsuza dek uzaklaşmaya ve ilkel kurt koşullarımıza geri dönmeye karar verdik.’ (S. 170)


Kabinedekilerden bazılarının arşiv bilgileri şöyle;

Soyadı ve adı: Tamburini, Sabatino Sixto

Takma adı: Bayan kel

Özel işaretleri: Cepheden de profilden de tostoparlak: ters ışıkta fark ayırt edilemez.

Mesleği: General Grondona’ın cunta yönetiminde eski maliye sekreteri, Amiral Zaranga y Hobbes’in idare ettiği askeri cunta genel müdürü, General Balın emrindeki askeri cunta hükümeti döneminde Maliye Bakanı. ‘Köpeklere ölüm, kuduza ölüm’ sloganıyla yoksulluğa karşı yürütülen resmi kampanyanın mucidi.

İş tecrübesi: ‘Köpeğe ölüm, kuduza ölüm’ sloganlı yoksulluğa karşı kampanya çerçevesinde, Paseo del Retiro’nun yanında bulunan Virgen Santa mahallesindeki kartondan küçük evlerin, içinde oturanlarla birlikte makinelerle birlikte süpürülerek, işbirlikçilerle birlikte sökülmesi operasyonunun fikir babası olmakla suçlandı.

Son görevi: Maliye bakanı.

İkametgah: Bilinmiyor. Son olarak Parlamento kubbesi üzerinden uçarken görüldü.

 

Soyadı ve adı: Santa Marina Gregorio Felix

Takma adı: Çakır göz

Özel işaretler: Yok.

Meslekleri: Santa Marina Şirketi’nin başkanı. Avukat. Anayasa Hukuku profesörü. General Grondona’nın başını çektiği askeri ayaklanmanın, ‘Anayasayı korumak için anayasanın kaldırılması ya da Kral öldü, yaşasın Kral ya da 1 no’lu Tebliğ’ bildirisini basıma hazırlayan. Amiral Zaranfga y Hobbes hükümeti sırasında, geçici anayasa olarak hizmet görecek ’Hukukun gücü ve Gücün Hukuku ya da Hepsi duvara karşı’ manifestosunu basıma hazırlayan. General Balin idaresindeki askeri cuntanın ilan edeceği ’Ulusal Yeniden düzenlenmenin esasları ya da Hareket eden paradır’ deklerasyonunun yazarı.

İş tecrübesi: Hukuk dışı muameleler.

Son görevi: Adalet bakanı.

İkametgah: Bilinmiyor. Son olarak Parlamentonun kubbesi üzerinde uçarken görüldü.


Kitabı okurken ince imaların kılavuzluğunda hüzünlü ama aydınlanmacı bir okuma gerçekleştirmek mümkün.

yönetici kendi kendini zenginleştirmeye ehil olmayanın, vatandaşlarını zenginleştirmekte de başarısız olacağına inandırmak durumundadır halkı. (’ s. 138)

 



Şer Saati





Marquez’in en sevdiğim kitaplarından ‘ALBAYA MEKRTUP YOK’ ve ‘Şer saati’. Onu büyük yapan basit görünen olay örgüleriyle sosyolojik, psikolojik, siyasi, yerel kültür, gündelik hayat gibi akla gelebicek her katmanda gayet başarılı bir anlatıcı olması.

Marquez, Kolombiya gibi uyuşturucu ticaretiyle ünlenmiş bir ülkenin Karayip kıyılarında doğmuştur. Nedense Kolombiya’yı Türkiye’ye fazlasıyla benzetiyorum. Hele orada otobüsle yaptığımız gece yolculuğundan sonra daha fazla.

Şoförün bölmesi yolculardan ayrılmıştı ve biz hemen arka çaprazında oturuyorduk. 2 şeritli yolda öyle bir hız yapıyordu ki; yirmi otuz yıl öncesinin otobüs yolculuklarına ışınlandım. Hele yol üzerindeki bir başka kasabanın terminalini görünce  ’hah işte’ dedim. Bir de ön kapı açılıp içeriye giren kıymalı pide satan amcayı görünce.  Hemen birkaç tane aldık. Gerçi ekipte bizden başka pisboğaz olmadığı için kimse rağbet etmedi ama biz açlıktan çok nostalji için yedik.

Yola akşama doğru çıkmıştık. O gece yol kenarlarında rastladığımız köyler ve yerleşimler ne kadar tanıdıktı. Köylerde bile bira satan dükkanların önünde gençler kümelenmişti.Yazık! Nasıl da uyuşturuluyor insanlar. Müziği açıp gaza sonuna kadar basan şoför de bir şeyler çekmişti galiba. O kadar hız akıllara seza. Biz de geçmişte aynı kaderi yaşarken bu kadar tedirgin değildik diye hatırlıyorum. İnsan kolay alışıyor demek ki rahatlığa…

İnsan tipi, gelişmişlik olarak ve de devlet ve yasadışı örgütler gibi nesnel şartlar bakımından benzer olan kaderlerimize rağmen, edebiyatta,  bizde niye bu kadar başarılı örnekler yok, diye düşünmeden edemiyor insan.

………

Marquez’in 62’de yayınlanan romanı aslında yazar bu kitabı ellilerde Paris’te ‘Bu Boktan Kasaba’ adıyla yazmış, dilimizde önce Can'dan 'Kötü Saatte' olarak basılmıştır.

20. Yüzyılın ortalarında Kolombiya’da iki yüz elli bin  insanın öldüğü ‘La Violencia’ olaylarına işaret eder.  Nefes almayı zorlaştıran yağmurların  ve kasabalıların kişisel sırlarının ortaya dökülmesiyle gerilen ve adeta yakın bir kıyameti bekleyen insanların psikolojileri eşliğinde... 

.......

Şer saati (La mala hora) bir cinayetle başlar.

Çiftesini eğere bağlayıp eşeğine binen Montero, bir hafta sonra döneceğini söyleyerek evinden çıktı. Karısı inanmasa da çabuk dönmesini söyleyerek onu uğurladı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktaydı. Kapıda asılı kağıt parçasını son anda fark etti. Yazıları yağmur damlaları tarafından silinse de hala okunabiliyordu. Montero, kağıdı duvardan alıp parçaladı. Köyün dışına kadar eşeğini sürdü. Sonra geldiği yoldan geri dönüp ağzını açmasına fırsat vermeden tüfeğiyle papazı öldürdü.

Birkaç ev ötede oturan belediye başkanı silahını alıp dışarı fırladı ve direnmeden silahını bırakan Montero’yu tutuklayıp karakola gönderdi.

Partiyle iç içe geçmiş mafya ve terörle karşı karşıya  bir toplum üzerinden küçük bir kasaba üzerinden düzen eleştirisi, derin analizlere girmeden toplumsal gerçekliğe ayna tutan yalın bir anlatım.

Ne kasabanın adı belli ne belediye başkanının. Her yere uyarlanabilir yaşananlar. Parti kisvesi ardına saklanmış mafya , yalandan geçici bir barış ortamı, tutulmayan sözler, kapalı kapılar ardında haksız kazanç elde etmeler, tehditler, kötüye kullanılan yetkiler. Beldedekiler ekmek kavgası verirken gücüne güç katan bir belediye başkanı.

Kimin yaptığı bilinmeyen ifşaatlar halkı esir almıştır. Çoğunluk bilinen şeyler olsa da sıra kimde acaba, diye herkes bir sonraki kağıdın hangi kapıya yapıştırılacağını merak etmektedir. Her ne kadar fısıltı yoluyla herkes olan bitenden haberdar olsa da bu yolla sırlar adeta resmileşmekte, ete kemiğe bürünmektedir. Bu da bir nevi gerilim yaratmaktadır.

Kötülüğün var olmasını değil, görünür olmasını istemeyen kadınlar ahlak elden gidiyor diye papaza başvurur. Papaz da belediye başkanından bu olaya el atmasını rica eder. Başkan bu fırsatı ganimete çevirmekte kararlıdır. Oynadığı namuslu siyasetçi rolünden sıkılmıştır. Zaten partinin yanına kattığı üç tetikçi ile kasabanın en nüfuzlu kişisini bertaraf edip mallarına el koyduğu için halkın onu samimiyetsiz bulup dışlaması canını sıkmaktadır. İlk iki gün halktan seçtiği kimselere içinde gerçek olmayan kovanlar koyduğu silahlar vererek akşam ondan sabah beşe sokağa çıkma yasağı koyduğu sokaklarda nöbet tutturur. Üçüncü gün kriminal üç polisi yanına alarak gerçek mermiler sürülen silahlarla sokağa çıkar. Bu arada hükümet aleyhine bildiriler de yayınlanmaya ve gizlice dağıtılmaya başlamıstır.

Bildirileri dağıttığı iddiasıyla tutuklanan Pepe adlı genç işkence eşliğinde sorgulanmaya başlanır. Gariban annesi bütün parasını alarak yargıça dilekçe yazdırmak için ricaya gider. Yargıç ‘bugünlerde adalet dilekçelere değil kurşunlara bağlı’ diyerek faydasız olduğunu ifade etse de gözü yaşlı anne dilekçede diretir. Daha dilekçenin yazılması bitmeden 22 yaşındaki genç işkencede ölür. Otopsiye gelen doktorla rahip, başkanın silah doğrultmasıyla karakolu terk etmek zorunda kalır. Başkan gencin kaçtığını iddia eder, ceset kaybedilir.

Yine iktidar kadife eldivenini çıkarıp ürkütücü yüzünü göstermiştir.

Halk bu süreçte gündelik işine devam etmiş, yetkenin barışçıl yüzüne hiç inanmamıştır. Bazı aileler göç etmeye başlamıştır. İnsanların direnmek için ormanlara gittiği haberleri gelmektedir.

‘Son seçimlerden sonra polis muhalefet partisinin seçim belgelerine el koyup imha etmişti. Köy halkının çoğuna ait kimlik belgeleri de ortadan kaybolmuştu.’ s.59

……..

Roman, yemek kültüründen şifalı otlara ve insanlar arası ilişkilere kadar zengin ayrıntılara değinmekte ve sosyal ortamı da kafamızda canlandırmamıza imkan vermektedir. Kasabada Suriyeli dükkan sahipleri bile vardır. Mesela; ilgimi çeken iki doğal tedavi yöntemi olarak, eczacının verdiği biberli tere çiğnenip suyu yutulacaktır. (ağrıyı kesmek için)

Yine diş çekildikten sonra, kanamayı durdurmak için çemen otuyla gargara önerilmektedir dişçi tarafından. Halk kültürüne meraklı okuyucu için kitabı cazip kılacak detaylar da, gerilim ve merak dürtümüzü her daim tetikte tutarak ilerleyen olay örgüsüyle beraber romanın kendi atmosferine girmemizi kolaylaştırmaktadır. Marguez; bu ilk kitaplarının daha sonraki kitaplarına dair ipuçları taşıdığını belirtir. kitaplarından okuduklarım içinde sadece aşk ve öbür cinleri beğenmedim. büyülü gerçeklik denen akımdansa toplumsal bir işlev üslenen bu ve 'albaya mektup yok' tarzı keskin gerçekçi kitaplarını tercih ederim. çünkü dünyayla bağını koparmayan bu tarz kitapları anlatımındaki basitlilke daha büyülü ve vurucu.

.......

Marquez’deki sıcaklık ve doğallık, mesela Borges’te yoktur. Borges, daha sentetik ve profesyonel bir izlenim bırakır insanda. Üzerinde düşünülmüş, tartılmış, sipariş usulü izlenimi bırakır. Türkiye'de de bazı yazarların aynı familyadan olduğunu hissediyorum mesela; Livaneli. 

Bazı yazarları okurken etkilenirsiniz sonrasında aklınızda tek satır kalmaz. Özellikle post modern çağda kalın kitaplar yazan, best-seller olan pek çok yazar, bir misyon için inanmasa da belli konularda küresel tezlerin yaygınlaşması için yazarlık yapmaktadır. Diğer pek çok meslekte olduğu gibi. olaya sadece bir 'kariye' olarak ve geçim kapısı olarak bakan dönemsel moda ve şöhret olan kimseler, on sene sonra hatırlanmazlar. İsim olarak gündemde kalmaları sürekli yazmalarına bağlıdır. 

Gerçi dikkatli okurlar için bu tuzakları ve laf kalabalığını aşarak kendi çizgisini bulmak zor değildir. Çünkü en nihayetinde zihinlerin iğfali de ülkelerin işgali kadar ehemmiyetlidir. Dünyadaki kültür çeşitliliğini ve insani duyarlılıkları belirsizleştirmek ve böylece toplumları daha kolay yönlendirebilmek ve sömürebilmek için planlar, projeler geliştiren bencil bir azınlığa karşı, içten, dürüst ve gerçekçi, kendine ve yaşadığı topluma ve insanlığa saygısını muhafaza eden kalemler bilinçli birey ve toplumların sigortası olmaya devam edeceklerdir. Bu anlamda Ltin Amerika edebiyatından öğreneceğimiz şeyler fazla ve ünsiyet bağımız bir hayli gümrahtır.   

……..

 

 

 

 

NEHRİN DÖNEMECİ hakkında..


RomanV.S. Naipaul tarafından yazılmış ve çeşitli ödüller almıştır. Yazar V.S. Naipaul, 1932'de Karayipler'de İngiliz sömürge ülkesi Trinidad ve Tobago'da dünyaya geldi. Ailesi, 19. yüzyılda Hindistan'dan sözleşmeli işçi olarak bölgeye gelmişti. 1950 yılında Oxford Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudu.Sömürge ülkelerindeki batılılaşma paradoksunu ele aldığı "Taklitçiler" romanını 1967'de, Afrika'da sömürgecilik üzerine düşünceler barındıran "In a Free State" (Özgür Bir Ülkede) romanı 1977'de yayımlandı1979'da yayımladığı "Nehrin Dönemeci" romanıafrika’yı anlatıyor..Yazar, 1987 yılında yaşam öyküsünden izler taşıyan "Gelişin Bilmecesi"ni yayımladı. Naipaul, dünyayı dolaşarak çok sayıda inceleme yazısı ve seyahat kitabı yazdı. Hindistan'ı 3 kez ziyaret etti. İran, Pakistan ve Endonezya'yı gezerek İslam toplumlarını ele aldığı "İnananlar Arasında" ve "İnancın Ötesinde" kitaplarını yazdı.

………………..

Salim, Afrika’nın  Doğu sahilinde bir kasabada yaşayan Müslüman bir göçmendir. Dedeleri buraya Kuzey Batı Hindistan’dan gelmişti. Ne zaman geldikleri meçhuldü ve kimse geçmişi merak etmez, anı yaşarlardı. Sahili tam anlamıyla Afrikalı sayılmayan bu kasaba; Arap, Hintli, İranlı ve Portekizli ağırlıklıydı. Dedesi bir defasında kauçuk süsü vererek bir gemi dolusu köle taşıdığını anlatmıştı. İronik olarak hem kendi tarihini hem de Hint okyanusuyla ilgili tarihi Avrupalıların yazdığı kitaplardan öğrenmişti.

Buralara eskiden Araplar hakimdi. Sonra Avrupalılar gelmiş şimdi de çekiliyorlardı. "fakat onların yaşantısında büyük bir değişiklik olmamıştı. Hala balıkçı kayıklarına şans getirsin diye büyük gözler çiziyorlar, bir yabancı onların resmini çekmeye kalkınca onların ruhunu çalmaya kalktığı için onu öldürecek derecede sinirleniyorlardı.

Onların da evlerinde köleler vardı onlarla birlikte yaşıyorlardı. Ama onların köleliği içselleştirilmiş isyan barındırmayan bir aidiyetti. Efendilerinin gücüyle böbürlenirlerdi.

Salim,  küçük yaşta İngiliz pullarına bakarak kendine belli bir mesafeden bakmayı öğrenmiş ve cemaatten zihnen kopmuş ve Avrupalılardan çok geri olduklarını anlayarak emniyet hissini kaybetmişti. Bununla beraber ailesinin sahip olduğu kadercilik anlayışını ve sessiz teslimiyeti de yitirmişti.

Arkadaşı İndar’ın dedesi de Pencap’tan demiryolunda çalışmak için işçi olarak gelmiş, tefecilik yapan bir ailedir ve maddi durumları iyidir. Kolejde okuyan İndar üniversite için ingiltere’ye gideceğini artık buraların güvenli olmadığını söyleyince onu anlasa da anlamazdan gelerek kendisinin burada kalıp ticaretle uğraşacağını söyledi. Eve dönerken gerçek duygularını sürekli gizlediğini fark etti. İnanış ve geleneklerin gösterdiği şekilde yaşamak istememektedir çünkü dünyaya bağlıdır. Gelenek çerçevesinde yaşamanın, gelecek dalgaya karşı  ne kendini ne cemaatini korumaya yetmeyeceğinin de farkındadır. Ve kasabasından ayrılmaya karar verir. Lakin bu kararı nasıl hayata geçireceğini bilmemektedir.

Afrika’nın içlerindeki o kasabaya giden ve orada ticaret yapan Nasreddin her ne kadar cemaatin bir üyesi olsa da onlardan farklı bir yaşayış ve düşünüşe sahiptir. Tamamen ilişkisini kesmemesinin nedeni kızlarına iyi birer koca bulma niyetidir. Salimi de kızlarından biri için düşünmekte ve aile de bunu onaylamaktadır. Bu konuda çekimser olsa da, Nasreddin’in yabancılığı ve anlattığı o bilmediği diyarlara dair anekdotlar onu etkilemektedir.

Kasabada çıkan karışıklıklar yüzünden Nasreddin’in, ailesiyle beraber türlü zorluklarla Uganda’ya kaçtığı duyulur. Cemaat içten içe onun hep dört ayak üstüne düşmesine bozulduklarından içten içe biraz sevinirler. Halbuki Nasreddin kasabaya gelince yine neşeli ve tutkuludur ve kasabadan ayrılışını şöyle yorumlar: beni Afrikalılar tedirgin etmiyordu. Avrupalılarla ötekiler tedirgin ediyordu. Bir felaketten önce insanlar çılgına dönüyor. Müthiş bir emlak patlaması yaşadık. Herkes paradan söz ediyordu. Bugün beş para etmeyen bir çalı parçası ertesi gün yarım milyon frank ediyordu. Büyü gibi bir şeydi ama gerçek parayla.’Salim yerle bir olmuş bir kasabayla karşılaşır. Eskinin kıymetli emlakları şimdi orman olmuştur. Evler ateşe verilip soyulmuş, bahçeleri orman istila etmiş, sokaklar kaybolmuştur.

Nasreddein’in teklifini kabul eden Salim, sahilden uzaklaşmak için nehrin içlerindeki kasabadaki ıvır zıvır dükkanına doğru yola çıkar.

İnsanlar yine köylerden kasabaya gelmeye başlar. Yerli olmayanlar için her zaman gelecek belirsizdir. Kötü bir davranışla karşılaşmasalar da sonuçta burası Afrika’dır ve insanların av olduğu bilgisiyle yaşamaya alışkındırlar. Herkes her an ava dönüşebilir.

Burada bir zamanlar bir düzen vardı ama o düzenin de sahtekarlık ve zalimlikleri olduğu için harabeye dönmüştü. Artık yönetmelikler yerine rüşvetle iş yaptırabileceğiniz memurlar vardı şimdi.

Kasabanın iki şiarından biri :’hep yeni şeyler’di. Her oyma her maske özel bir dini amaca hizmet ediyordu. Taklitler sadece taklitti. Onlarda büyü yada güç yoktu. İkincisi ise; iskele kapısındaki anıtta yazan sözdü. ‘ ‘Büyük Roma tanrısı, insanların kaynaşmasını ve Afrika’da anlaşmalar yapmasını onaylıyor’ bu söz tam tersine üç kelimesi değiştirilmiş bir sözdür. Aslında onaylamadığını söyler metinde.

 

Bağımsızlık sonrası başkentteki yönetimi de kabul etmemişlerdi, kargaşada kendi insanları tarafından da suistimal edilmişlerdi. Kasabadaki askerler zamanında Araplara hizmet etmiş köle avcılarının soyundan geliyorlardı. Sonradan da sömürge hükümetine asker olarak hizmet etmişlerdi. Artık kimse köle istemiyordu. Sömürge sonrası isteyen herkes silah alabiliyordu. Her kabile savaşçı olabilirdi. Bir gün yeni başkan sivil görünümlü adamlarını kasabaya gönderir. Hepsinin ayağında kahverengi botlar vardır. Gelenlerin yarısı hidro-elektrik santraline geri kalanlar da kışlaya gider ve kendilerinin karşılamaya koşan albayla birkaç askeri orada öldürürler. Başkan orduyu terörize ederek yerli halka bir jest yaparken kafalar da karışmış, bağımsızlığın getirdiği sınırsız özgürlük son bulmuştur.

Bir savaş uçağı kasabanın üstünden alçak uçarak ormanda belli bölgeleri bombalıyordu. Savaşçı kabilenin askerlerinin çoğu öldürüldü. Silahlarını apoletlerini, yeni yaptırdıkları evlerini kaybettiler. Sağ kalanlar korumasız ortaya salındılar. Kışlalardan feryatlar yükseliyordu. Namlı kabile şimdi geleneksel avlarının arasında ava dönüşmüştü. Her kabileden karışık bir ordu meydana getirildi.

Göçmenlerin psikolojisi; hayat onları değişim rüzgarlarına inanmaya zorluyordu, başkentin enerjisini hissediyor ve çabalıyorlardı. İyi günlerde de kötü günlerde de harcanabileceklerinin bilinciyle yaşıyorlardı. Onlar için en acı şey; başkalarının daha iyi günlere denk gelmeleriydi.

Yeni projeler hızla yürürlüğe kondu.  Otobüsler işlemeye başladı, taksiler çoğaldı. yeni telefon hattı bile kuruldu. İnsanlar yine sokaklarda yaşıyordu, çöplerini bozuk yollara fırlatıveriyorlardı ama taksiler dezenfektan kokuyordu. Sömürge döneminde arabaların senede bir dezenfekte edilmesi hatırlanmıştı. Herkes ücret karşılığı bu işi yapmak istiyordu. Arabalar her yakalandığında dezenfekte ediliyordu. İhmal edilmiş kızıl toprak caddeler trafik yoğunluğundan delik deşikti. Nakit para ile çalışanlar; gümrük memurları polis ve hatta ordu mensupları, enerjikti. Yönetimin içi boş da olsa yöntemini bilince başvurabileceğiniz birileri vardı. Başkentteki siyah adam böyle istiyordu.

Avrupalı satıcılar, başkentten yedi günde buharlıyla gelmek yerine uçağı tercih ediyorlardı. Yeni ordunun subaylarının savaşçılık kodları hatta hiç bir istidatları yoktu. Liseli genç Afrikalılar gibi saldırgandılar ama nezaketten yoksun bir saldırganlık. Kendilerini yeni Afrika'nın adamları hem de Afrika'nın yeni adamları olarak görüyorlardı. Ulusal bayrak ve başkanın portresini halkın gözlerine sokuyorlardı, -zaten artık ikisi birlikte görülüyordu-. Baştan bunun yeni kurulan devletin gururu zannetmişlerdi ama sonra bu ikilinin otoriteden meşruiyet sağladıkları fetişleri olduğu anlaşılmaya başlamıştı. Onlara kalırsa herşey vardı sırf uzanıp almak gerekiyordu. Rütbeleri yükseldikçe sahtekarlıkları artıyordu. Silahları ve jipleriyle altın kaçakçılığı ve fildişi avcılığı yapıyorlardı. Kıta sathında hükümetler yasadışı ilan ettikleri kaçakçılığın tam ortasındaydılar. Aracılık için tüccarlara başvuruyorlardı.

Artık paradan maldan mülkten söz edilmeye başlamıştı. Başka mevzu yoktu. Hatta bir Bigburger bile açılmış, bütün ekipmanları dışarıdan getirilip kurulmuştu, et dahil Güney Arfika'dan geliyordu. Oraya gidip oturmak yerli ve göçmrnleri modern hissettiriyordu.

Daha önce de böyle bir şahlanma yaşanmıştı nehrin yatağının yanında. Şimdi orada bir banliyöden başka şey kalmamıştı. Başkan, nehir yatağının yanını özelleştirmiş orada bir şeyler yapıyordu. Kimse ne olacağını bilmiyordu. Başkanın yaptığı şey kendince o kadar büyüktü ki, işi kendine mal etmeye çekiniyordu. Aklınca; ‘modern Afrika'yı yaratıyordu. Afrika'nın küçük köylerinden ormanlarından atlayıp öteki ülkedekilerle boy ölçüşecek bir şey!

Bu Özel Bölgenin ve diğer yerlerdeki benzerlerinin yabancı basında boy boy fotoğrafları yayınlanıyordu. Tabi dergiler bunlar için para alıyorlardı. Afrikalılar beton ve camdan binalar yapan ve kadife koltuklarda oturan insanlar dönüşmüştü.

Sonunda özel bölge, konferans binası pek çok branşlı üniversiteye diğer binalar da idare ve yatakhaneler dönüştü. Dünyanın her yerinden profesörler gelmeye başladı.

Başkan; ölmüş otel hizmetçisi annesinin konuşmalarında bahsettiği  ‘Afrika kadınını’ şereflendirmeyi vaat etmişti. Onları, ne idüğü belirsiz vazifelerle hükümet köleleri yaparak bunu gerçekleştiriyordu. Başkanın Afrika kıyafetli portreleri büyürken, baskı kaliteleri artıyordu. Portrelerin Avrupa’da basıldığı söyleniyordu. Hükümet, bu baskılar için epeyce borçlanmıştı.

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra başkanın buraya olan ilgisi sönmüş, özel bölgeyi otlar basmaya başlamış, aydınlatmalar otların arasında kalmış, bazıları kırılmış, buradaki misafir hocalar gitmeye başlamıştı. Kalanlar da gidecek yer arayışına girmişti. Evsizler özel bölgenin kıyısına gelip yerleşmeye başlamış, evlerinin önüne manyok ekmeye başlamışlardı.

Özel bölgenin öteki tarafında özel çiftliklerden geriye otların bürüdüğü bir Çin kapısıyla birkaç traktör kalmıştı. Burası yine ormana dönmeye başlamıştı.  

Güç ve başkentteki hayat; Salih’e ve çoklarına en gerçek ve hayati şeylermiş gibi geliyordu önceleri. Her yeni fotoğrafın, her yeni çocuklu Madonna heykelinin ardındaki niyeti fark edince bir arkaplan olarak bakamıyor ondan etkileniyorlardı. Yabancılar bununla dalga geçse de ciddiye alıyorlardı.

Buradaki herkes başkalarının ayaklarını yere sağlam bastığını ama kendi hayatının askıda olduğunu sanıyordu. Her şeyin keyfi olduğu kasabada, herkes askıda, hiçbir şeyden emin değildi. Hayatta kalmak zorundaydılar ama bir taraftan da yalıtılmış hissediyorlardı. Kimseye hesap verecek durumda değillerdi.

Göçmen bir kasaba sakininin dediği gibi: ‘Burada yanlış yok diyemeyiz, sadece doğru yok!' …

Üniversiteye gelenler, daha eleştirel konuşmaktan çekinmiyorlardı.      

Başkanın yanındaki yabancı danışmanın eşi onu şöyle tarif ediyordu: ‘Konuşmayı hep o başlatıyordu. Kameralar hep vardı. ilk günden  onlara poz verirdi. Yeni bir konu açmaya izin vermez başka tarafa bakardı. (asillerin tavrı). Birden sizi bırakıp başka bir şeyle ilgilenmesi şahsi tarzının bir parçasıydı.’

Konuşmaları önceleri Fransızca’ydı şimdi ise herkesin anladığı kendi basit kabile dilinde konuşuyordu arada geçen Fransızca kelimeler citiyons ve citiyonnes’ti. Bunları da müzikal bir etki yaratmak için söylüyordu. De Gaulle gibi davranan bu adam bu basit melez dili sokak dalaşı ağzına dönüştürerek daha da aşağılara çekiyordu. Temaları; parlak istikbal, fedakarlık, Afrika kadınının şerefi, devrimi güçlendirme gereği (Afrikalılar ise bir sabah beyaza dönüşme hayali kuruyorlardı), Afrikalıların Afrikalı gibi olmaları, dedelerinin alışkanlıklarına dönmelerinin gereği, ithal teneke ve şişelere itibar etmemeleri, en önemlisi de ‘disiplinin önemi’…

Eleştirileri her zaman dikkate alır, genelde önceden sezerdi. Her şeyi yerli yerine oturtabilirdi. Ülkede meydana gelen her şeyi ister iyi ister kötü olsun büyük bir planın parçasıymış gibi gösterebilirdi. İnsanlar onlara tanıdık geldiği için seviyorlardı konuşmalarını. Her konuşma yeni bir performans, mutlaka bir amaca mebniydi.

Başkan kasabayla ilgili bir şey söyleyeceğini açıklamıştı ve kasaba huzursuzdu. Gençlik Muhafızları dağıtılacaktı, maaşlarını kaybedecekler, hiçbiri hükümet görevlerine alınmayacaktı. Kasabadan sürülüp orman inşaat işlerine gönderileceklerdi. Onları konuşmayan maymunlara benzetmişti. Büyük adamın tarzı böyleydi. Otoritesini sarsar gibi görünen şey, sonuçta otoritesini vurgulamaya yarardı. Başkanın gençlik muhafızlarını dağıtması, memurları arsız yapmıştı. Onlar bu müdahalede onun zayıflığını görmüşler ve hepsi kendi menfaati için çalışmaya başlamıştı. Hiçbiri diğeri için garanti verecek durumda değildi. İstikrarlı ilişkiler olmadığı için her gün yeniden memurları kiralamak gerekiyordu.

Memurların önceden sezdiği ve kişisel ikbal peşine düştüğü şiddet sonunda kasabaya geldi. Polise, karakollara, resmi binalara gece baskınları… Gereğinden fazla büyümüş kasabada cinayetler, gecekondularda ayaklanmalar…

Halk hareketi gibi görünse de değildi. Muhafızlar otoriteyken halka hiç de iyi davranmıyorlardı. Şimdi ortaya halkın kurtarıcısı olarak çıkmışlar, bildiriler dağıtıyor, özgürlükten bahsediyorlardı. İlk başta devlet görevlilerineymiş gibi görünen saldırılar genele yayılmıştı. Olaylar eskiden olduğu gibi uzak köylerde, ormanlarda değil, kasabada cereyan ediyordu. Son zamanlarda köylerde kargaşa olduğu haberleri geliyordu. Gazetelerde hiçbir şey çıkmasa da polis ve ordu, gençleri kaçırıyordu.

Yerli kadın oğlunun kasabaya komiser olarak gelmesinden endişe ediyordu. Başkanın kıskanç biri olduğunu, asla yükselenleri sevmediğini, oğlunu başkanın bile öldürtebileceğini söylüyordu. ‘Her yerde kendi resimlerinin olduğunu, resimlerinde sadece kendisi büyük çıktığını iddia ediyordu. Gazetelerde sadece dışarıdan gelenlerle başkan aynı seviyede oluyordu.

Salim, Londra’dan önerken uğradığı başkentte havaalanından şehir merkezine kadar yollar, aralıklarla başkanın portreleriyle üzerine yazılmış vecizeleri olan panolarla ve ara ara Madonna heykelleriyle donatılmıştı. Yolda otobüsler, eski moda bir tren, birkaç fabrika da vardı. Gecekondular siteler daha büyüktü. Kasabadan çıkıp nehir boyunca gelen birini boğacak, ezecek bir etki yaratan bu şeyler Avrupa’dan gelen bir Afrikalı için tuhaf bir acıma duygusu veriyordu. Kasabadaki özel bölgedeki üniversiteye gelen ziyaretçilerin niye her şeyi komik buldukları anlaşılıyordu. Ama komik değil trajikti. Oteldeki sivil giyimli adamların kendilerini gösterme gayretleri ise alaya alınabilirdi ama onlar komik adamlar değil silahlı, kötü adamlardı. Avrupalı kaşifin heykeli kaldırılıp yerine modern Afrikalı tarzında! mızraklı ve kalkanlı dev bir Afrikalı heykeli konulmuştu.  

Salim, İngiltere’den kasabaya döndüğünde kamulaştırma yapıldığını ve artık kimsenin bir şeyi olmadığını öğrendi. Dükkanına bir memur atanmıştı ve kendisinden malların dökümü istenmiş, yazdıkları hiç itirazsız kabul edilmişti. Bu da demekti ki; hiçbir ödeme yapılmayacaktı. Kasabanın zengini olan kişi son ana kadar belli etmeden her şeyini satıp savıp ilk kaçan kişi olmuştu. Böyle kriz zamanlarında sadece güçlüler radikal kararlar alabilir, diğerleriyse hareket edemeden olacakları beklerdi. Herkes parayı doğrultup gitmek istiyordu ama nereye? İşte bu soru delirticiydi. Üniversite öğrencileri kullanıldıklarını, boş yere eğitim gördüklerini, onlara verilen her şeyin aslında onları mahvetmek için olduğunu hissediyorlardı..

 

Başkan büyük adamın verdiğini büyük adamın alabileceğini belirten bir konuşma yaptı. Büyük adam onları böyle tavlıyor; veriyor, alıyordu.

Salim de her şeyini kaybettiğini kabul edip kurtarabildiği kadar parasını, güvenebileceği tüccarlar vasıtasıyla yurt dışına-İngiltereye- çıkararak Nureddin’in kızıyla evlenmek üzere kasabayı terk etti.

Nehir, yine su sümbüllerini taşımaya devam edecek, binalar yıkılıp, acılar ve ölümler yaşanacak, orman yine kasabayı istila edecek, insanlar ormanın derinliklerine çekilip onun ruhuna sarılacak, yine yaralar sarılıp aç ve bitkin insanlar kasabalara gelip çadırlarını kurmaya başlayacaklardı.

Salim’in tekrar bunları yaşayacak ne sabrı ne de isteği kalmıştı.

Hayata Uzanmak


                                                         

                                                                                          27 ağustos 2002

Günler boyu uzanıp perdenin ucundan görünen ufuk parçasını seyrettim. Hatta diyebilirim ki, bir ömür boyu. Elimde ya da yanımda kitaplarla.

Artık ben de bu dekorun doğal bir parçasıyım. Burada insanlarla geçirdiğimden daha çok zaman geçiriyorum. Her gün, her gün onlara bakıp bulanık hülyalara dalıyorum. Duvarlar, perdenin duruşu, tülün üzerindeki çınar yaprağı desenleri, kenarından görünen dışarısı, yemiş ağacının nazlı nazlı sallanan yaprakları.

Sanki o beklediğim şey gerçekleşecekmiş hissine kapılıyorum. Bir gün ruhumun acılarını dindirecek müziği bulacakmışım gibi oluyor. Bu ipsiz sapsız düşünceler ve tedirgin uykular benim. Beklediğim sihirli dokunuş her neyse o olmayınca dipsiz uykuların kucağına atıyorum kendimi. Rüyalarımda elle tutulur tek nokta tedirginlik ve kendime güvensizlik. Hayatımın esas kızı değil de dublorü ya da suflörüyüm gibi bir duyuş. Gündelik hayatta da böyle hissediyorum.

Bahçenin (dışarının) bitmek bilmeyen sesleri… Kuş cıvıltıları, vızıltıya ve rüzgara benzer sesler… Uçan böceklerin yaprak hışırtılarına karışan sesleri, kedi miyavlamaları, radyo sesleri, iki kadının alçalıp yükselen monologları, çocuklarını azarlayan anneler… Tekmili birden sessiz ve kımıltısız odama doluşuyor.

Dışarıda hayatın olduğu gibi devam ettiği hissi nedense içime hüzün veriyor. Ben bir atığım sanki. Hayatın, toplumun, çağın, vs. kenarına atılan bir atık.

Hani eşyalar vardır biriktirdiğimiz, bir köşede dursun bir gün lazım olur diye beklettiğimiz.. O gün hiç gelmez. Ta ki, umut kesilene kadar.

Umut ne tılsımlı kelime. Yaşamın kimyası sanki. Sanki umutlar tüketilmek için var. Hemen bir köşede paketlenmiş, kullanıma hazır. Alır ve tüketiriz. Her tükenişte bir sarsılırız. Sonra sabah yine uyanırız. Sabahın sesleri, bizden yemek bekleyen çocuklar, kediler, yine bizi hayata çağırır. Kendi içimizden gelen zorunluluktur bu.

Büyüyünceye kadar kendimiz için yaşarız sonra sorumluluklar zorlar bizi. Yokuş yukarı çıkmak kolay değil sırtımızda yüklerle. Nedenler lazım. Medeniyet can sıkıntısının bir ürünü olmalı. Gerekli ama can sıkıntısını gidermek için gerekli şeyler. Ruhumuz farkında olmasak da hastalanıyor işte!

…………….

Dönüp dün yazdıklarımı okudum. Yazarken çok edebi bir metin ortaya çıktığını düşünüyordum. Öyle olsun diye yazmasam da, duygularım nasıl desem; öyle sıra dışı, derin ve farklı geliyordu ki bana.   Bu yoğun duygular kelimelere dökülünce de öyle olacağını zannediyorsun. Ne kadar sıradan ve acemice görünüyor dönüp okuyunca.

Böyle sıradan yaşıyoruz da yazarken, ifade ederken edebi ve müstakil bir anlatım olsun istiyoruz. Bu haliyle öznel lakin vav denecek kadar çarpıcı değil gibi. Pencerenin arkasından hayatı izleyerek bir ışık devşirilebilir mi, odanın duvarına asılacak bir özlü söz, bilemiyorum.