Şer Saati





Marquez’in en sevdiğim kitaplarından ‘ALBAYA MEKRTUP YOK’ ve ‘Şer saati’. Onu büyük yapan basit görünen olay örgüleriyle sosyolojik, psikolojik, siyasi, yerel kültür, gündelik hayat gibi akla gelebicek her katmanda gayet başarılı bir anlatıcı olması.

Marquez, Kolombiya gibi uyuşturucu ticaretiyle ünlenmiş bir ülkenin Karayip kıyılarında doğmuştur. Nedense Kolombiya’yı Türkiye’ye fazlasıyla benzetiyorum. Hele orada otobüsle yaptığımız gece yolculuğundan sonra daha fazla.

Şoförün bölmesi yolculardan ayrılmıştı ve biz hemen arka çaprazında oturuyorduk. 2 şeritli yolda öyle bir hız yapıyordu ki; yirmi otuz yıl öncesinin otobüs yolculuklarına ışınlandım. Hele yol üzerindeki bir başka kasabanın terminalini görünce  ’hah işte’ dedim. Bir de ön kapı açılıp içeriye giren kıymalı pide satan amcayı görünce.  Hemen birkaç tane aldık. Gerçi ekipte bizden başka pisboğaz olmadığı için kimse rağbet etmedi ama biz açlıktan çok nostalji için yedik.

Yola akşama doğru çıkmıştık. O gece yol kenarlarında rastladığımız köyler ve yerleşimler ne kadar tanıdıktı. Köylerde bile bira satan dükkanların önünde gençler kümelenmişti.Yazık! Nasıl da uyuşturuluyor insanlar. Müziği açıp gaza sonuna kadar basan şoför de bir şeyler çekmişti galiba. O kadar hız akıllara seza. Biz de geçmişte aynı kaderi yaşarken bu kadar tedirgin değildik diye hatırlıyorum. İnsan kolay alışıyor demek ki rahatlığa…

İnsan tipi, gelişmişlik olarak ve de devlet ve yasadışı örgütler gibi nesnel şartlar bakımından benzer olan kaderlerimize rağmen, edebiyatta,  bizde niye bu kadar başarılı örnekler yok, diye düşünmeden edemiyor insan.

………

Marquez’in 62’de yayınlanan romanı aslında yazar bu kitabı ellilerde Paris’te ‘Bu Boktan Kasaba’ adıyla yazmış, dilimizde önce Can'dan 'Kötü Saatte' olarak basılmıştır.

20. Yüzyılın ortalarında Kolombiya’da iki yüz elli bin  insanın öldüğü ‘La Violencia’ olaylarına işaret eder.  Nefes almayı zorlaştıran yağmurların  ve kasabalıların kişisel sırlarının ortaya dökülmesiyle gerilen ve adeta yakın bir kıyameti bekleyen insanların psikolojileri eşliğinde... 

.......

Şer saati (La mala hora) bir cinayetle başlar.

Çiftesini eğere bağlayıp eşeğine binen Montero, bir hafta sonra döneceğini söyleyerek evinden çıktı. Karısı inanmasa da çabuk dönmesini söyleyerek onu uğurladı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktaydı. Kapıda asılı kağıt parçasını son anda fark etti. Yazıları yağmur damlaları tarafından silinse de hala okunabiliyordu. Montero, kağıdı duvardan alıp parçaladı. Köyün dışına kadar eşeğini sürdü. Sonra geldiği yoldan geri dönüp ağzını açmasına fırsat vermeden tüfeğiyle papazı öldürdü.

Birkaç ev ötede oturan belediye başkanı silahını alıp dışarı fırladı ve direnmeden silahını bırakan Montero’yu tutuklayıp karakola gönderdi.

Partiyle iç içe geçmiş mafya ve terörle karşı karşıya  bir toplum üzerinden küçük bir kasaba üzerinden düzen eleştirisi, derin analizlere girmeden toplumsal gerçekliğe ayna tutan yalın bir anlatım.

Ne kasabanın adı belli ne belediye başkanının. Her yere uyarlanabilir yaşananlar. Parti kisvesi ardına saklanmış mafya , yalandan geçici bir barış ortamı, tutulmayan sözler, kapalı kapılar ardında haksız kazanç elde etmeler, tehditler, kötüye kullanılan yetkiler. Beldedekiler ekmek kavgası verirken gücüne güç katan bir belediye başkanı.

Kimin yaptığı bilinmeyen ifşaatlar halkı esir almıştır. Çoğunluk bilinen şeyler olsa da sıra kimde acaba, diye herkes bir sonraki kağıdın hangi kapıya yapıştırılacağını merak etmektedir. Her ne kadar fısıltı yoluyla herkes olan bitenden haberdar olsa da bu yolla sırlar adeta resmileşmekte, ete kemiğe bürünmektedir. Bu da bir nevi gerilim yaratmaktadır.

Kötülüğün var olmasını değil, görünür olmasını istemeyen kadınlar ahlak elden gidiyor diye papaza başvurur. Papaz da belediye başkanından bu olaya el atmasını rica eder. Başkan bu fırsatı ganimete çevirmekte kararlıdır. Oynadığı namuslu siyasetçi rolünden sıkılmıştır. Zaten partinin yanına kattığı üç tetikçi ile kasabanın en nüfuzlu kişisini bertaraf edip mallarına el koyduğu için halkın onu samimiyetsiz bulup dışlaması canını sıkmaktadır. İlk iki gün halktan seçtiği kimselere içinde gerçek olmayan kovanlar koyduğu silahlar vererek akşam ondan sabah beşe sokağa çıkma yasağı koyduğu sokaklarda nöbet tutturur. Üçüncü gün kriminal üç polisi yanına alarak gerçek mermiler sürülen silahlarla sokağa çıkar. Bu arada hükümet aleyhine bildiriler de yayınlanmaya ve gizlice dağıtılmaya başlamıstır.

Bildirileri dağıttığı iddiasıyla tutuklanan Pepe adlı genç işkence eşliğinde sorgulanmaya başlanır. Gariban annesi bütün parasını alarak yargıça dilekçe yazdırmak için ricaya gider. Yargıç ‘bugünlerde adalet dilekçelere değil kurşunlara bağlı’ diyerek faydasız olduğunu ifade etse de gözü yaşlı anne dilekçede diretir. Daha dilekçenin yazılması bitmeden 22 yaşındaki genç işkencede ölür. Otopsiye gelen doktorla rahip, başkanın silah doğrultmasıyla karakolu terk etmek zorunda kalır. Başkan gencin kaçtığını iddia eder, ceset kaybedilir.

Yine iktidar kadife eldivenini çıkarıp ürkütücü yüzünü göstermiştir.

Halk bu süreçte gündelik işine devam etmiş, yetkenin barışçıl yüzüne hiç inanmamıştır. Bazı aileler göç etmeye başlamıştır. İnsanların direnmek için ormanlara gittiği haberleri gelmektedir.

‘Son seçimlerden sonra polis muhalefet partisinin seçim belgelerine el koyup imha etmişti. Köy halkının çoğuna ait kimlik belgeleri de ortadan kaybolmuştu.’ s.59

……..

Roman, yemek kültüründen şifalı otlara ve insanlar arası ilişkilere kadar zengin ayrıntılara değinmekte ve sosyal ortamı da kafamızda canlandırmamıza imkan vermektedir. Kasabada Suriyeli dükkan sahipleri bile vardır. Mesela; ilgimi çeken iki doğal tedavi yöntemi olarak, eczacının verdiği biberli tere çiğnenip suyu yutulacaktır. (ağrıyı kesmek için)

Yine diş çekildikten sonra, kanamayı durdurmak için çemen otuyla gargara önerilmektedir dişçi tarafından. Halk kültürüne meraklı okuyucu için kitabı cazip kılacak detaylar da, gerilim ve merak dürtümüzü her daim tetikte tutarak ilerleyen olay örgüsüyle beraber romanın kendi atmosferine girmemizi kolaylaştırmaktadır. Marguez; bu ilk kitaplarının daha sonraki kitaplarına dair ipuçları taşıdığını belirtir. kitaplarından okuduklarım içinde sadece aşk ve öbür cinleri beğenmedim. büyülü gerçeklik denen akımdansa toplumsal bir işlev üslenen bu ve 'albaya mektup yok' tarzı keskin gerçekçi kitaplarını tercih ederim. çünkü dünyayla bağını koparmayan bu tarz kitapları anlatımındaki basitlilke daha büyülü ve vurucu.

.......

Marquez’deki sıcaklık ve doğallık, mesela Borges’te yoktur. Borges, daha sentetik ve profesyonel bir izlenim bırakır insanda. Üzerinde düşünülmüş, tartılmış, sipariş usulü izlenimi bırakır. Türkiye'de de bazı yazarların aynı familyadan olduğunu hissediyorum mesela; Livaneli. 

Bazı yazarları okurken etkilenirsiniz sonrasında aklınızda tek satır kalmaz. Özellikle post modern çağda kalın kitaplar yazan, best-seller olan pek çok yazar, bir misyon için inanmasa da belli konularda küresel tezlerin yaygınlaşması için yazarlık yapmaktadır. Diğer pek çok meslekte olduğu gibi. olaya sadece bir 'kariye' olarak ve geçim kapısı olarak bakan dönemsel moda ve şöhret olan kimseler, on sene sonra hatırlanmazlar. İsim olarak gündemde kalmaları sürekli yazmalarına bağlıdır. 

Gerçi dikkatli okurlar için bu tuzakları ve laf kalabalığını aşarak kendi çizgisini bulmak zor değildir. Çünkü en nihayetinde zihinlerin iğfali de ülkelerin işgali kadar ehemmiyetlidir. Dünyadaki kültür çeşitliliğini ve insani duyarlılıkları belirsizleştirmek ve böylece toplumları daha kolay yönlendirebilmek ve sömürebilmek için planlar, projeler geliştiren bencil bir azınlığa karşı, içten, dürüst ve gerçekçi, kendine ve yaşadığı topluma ve insanlığa saygısını muhafaza eden kalemler bilinçli birey ve toplumların sigortası olmaya devam edeceklerdir. Bu anlamda Ltin Amerika edebiyatından öğreneceğimiz şeyler fazla ve ünsiyet bağımız bir hayli gümrahtır.   

……..

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder