İki bin on
beş yılının Ağustos ayında bir gezi programı sebebiyle Afganistan’a gittik.
Aradan tam altı yıl geçmiş. Afganistan’ı işgal eden Abd, çekilip yerini
Taliban’a bırakınca ben de herkes gibi eski anılarıma döndüm ve fotoğraflara bakarak bilgilerimi
güncelledim.
Bizi havaalanında
Tika’dan bir arkadaş karşıladı ve Kabil ofisine gittik. Daha önce bir saldırı
olduğu ve hasar gördüğü için binası yenilenmişti. Daha güvenlikli ve büyük bir
bina yapılmıştı. Ana binadan ayrı bir de iki katlı misafirhanesi vardı. Alttaki dairelerden birinde Tika’da çalışan
bir Özbek aile kalıyordu iki de kızları vardı diye hatırlıyorum.
Bize de öbür
daireyi verdiler. Diğer arkadaşlar da ana binaya yerleşti. Terör yüzünden
Afganistan’da serbest gezmek mümkün değildi. Onun için Süleyman Şahin
başkanlığında TİKA ekibi -sağolsunlar- bizi evimizde hissettirdi. Biz gittiğimizde
aşçıları eğitim için Türkiye’ye gitmişti. Kendisiyle tanışamadık ama diğer
yardımcı bayan da Türk yemekleri konusunda uzmanlaşmıştı. Akşamları güllerle
donatılmış bahçede çay ve çekirdek eşliğinde koyu sohbetler yapma fırsatı
bulduk.
Çalışanlar, bütün kesimlerden –Peştun, Özbek, Tacik, Hazara-birer
numune ile Afganistan’ın mozayiğini oluşturuyordu ve aralarında bir de Türkmen kız kardeşimiz
vardı. Süleyman Bey bütün çalışanları üniversiteye de gönderiyordu. Hatta biz
döndükten sonra iki tanesi İstanbul’a geldi ve Taksim’de bir çay içtik.
Geldikten
birkaç gün sonra bir gece saat 1 civarında ışık açık yatıyordum. Yüzüm cama doğru
dönüktü. Büyük bir gürültüyle beraber tül ve perde içeri doğru bombe yaptı.
Deprem oluyor sandım. Öyle kuvvetli bir ses ve rüzgar oluştu. Meğer bomba yüklü
bir kamyon Kabil’in dış mahallelerinden birinde, Afgan ordusunun merkezinde patlatılmış ve bir
kilometre çukur acılmış, ölü sayısını yirmi küsur açıklandı ama asında bin e
yakın ölü ve daha fazla da yaralı vardı.
Hatta o zaman Türkiye de acil yardım göndermişti. (7 Ağustos 2015) Böylece ‘Afganistan gerçeği’yle tanışmış
olduk. Daha sonra sahaya inince daha pek çok kötülükle ve gayri insani durumla
karşılaşacaktık.
Kabil
dışında uçakla Mezarı Şerif, Şıbırgan, oradan da Herat’a
gittik. Bizim gittiğimiz dönem yaza denk geldiği için aşırı bir kuru
sıcak vardı. Kuru havasından dolayı tozlu bir ülke. Bu yönüyle Kabil’i Şam’a
benzettim. Geçmişte güllerinin çeşitliliğiyle anılan ülke bugün cehalet,
yoksulluk, uyuşturucu ve becce denen iğrençlikleriyle anılan ürkütücü bir
distopya adeta. Afganistan her türlü
pisliğin serbest olduğu aynı zamanda bin bir çeşit yoksunluğun ve acının
yaşandığı bir yeryüzü cehennemi. Hemen yolun karşısında bir gece kulübü sabahlara
kadar bangır bangır açık. Geceleri silah sesleri duyuluyordu.
Kabil’de
Tika’ya yakın Türk dili ve Afgan milli şairlerle ilgili bir programa katıldık .
Sonra halı dokuyan Özbek kadınları çekmeye gitti arkadaşlar. Şehrin içindeki
Babür bahçelerini ve Babürşah’ın mezarını (Hindistan’dan getirilip gömülmüş
kemikleri vasiyeti üzerine), Kabil’in ortasındaki tepede Burhaneddin Rabbani’nin
mezarını ziyaret edip şehrin genel görünümünü çektik. Halkacıda halka attık.
Çocuklar uçurtma uçuruyorlardı. Namazdan çıkan cemaat tarafından 5 ay önce
Kuran yaktı denilerek linç edilen, önce yakılıp üzerinden arabayla geçilen ve
yandaki kanala atılan Ferhunde Melikzade’nin öldürüldüğü caminin yanından geçtik. Bu
provakasyonlara açık bir toplum olmalarından dolayı hayıflandık. Polis olaya
müdahale etmemiş ve izlemiş. Daha sonra Kabil’de kadınlar cenazesini elleri
üstünde taşıyarak mezarlığa kadar yürümüşler. 4 gün içinde yapılan
yargılamalarda dört kişi idama mahkum edilse de giden can geri gelmiyor.
Süleyman
beyin başlattığı güzel bir proje vardı. TİKA bahçesinde yetimhanedeki çocuklara her hafta bir
milletvekili ya da bakan yemek veriyordu. Bu proje çok anlamlıydı. Yüze yakın
çocukla birlikte yer sofrasında yemek yedik. Çok güzel bir akşamdı. Ertesi gün
yakın olan yetimhaneye gittik . O gün, yetim kızlardan biri evleniyordu. Odasına
girdik. Yanında orta yaşlı bir bayan vardı. kendi akrabası mı yoksa müstakbel
eşinin mi bilemiyorum. Gelin çok tedirgindi. Yüzü gülmüyordu. Bir bilinmezliğe
doğru gidiyordu doğrusu. Nikah bizim yanımızda kıyıldı, damatla da röportaj
yaptık sonra gelini alıp çıktılar. İnşallah eşi yetimliğini kendisine karşı
kullanmamıştır. Bu düğün sebebiyle ders yoktu, çocuklar bahçede koşturuyordu,
bir yaşından 17 yaşına kadar her yaştan kız ve erkek çocukları vardı. Aynı
zamanda yatakhaneleri de üst katlardaydı.
Afganistan’ın
güvenlik krizi çözülse bile çok ciddi insani problemler var. Kırk yıllık
işgalin en büyük zararı, parçalanan aileler; anne, babası veya her ikisi ölen yetim
çocuklar görüyor.Bu problemler çözülemez değil lakin Afganistan’ın kendine özgü
şartları çözümü imkansız kılıyor. Zenginle fakir arasındaki uçurum öyle derin
ve kopuk ki! Yetişkinlerin hataları sonucu çocuklar büyük yoksunluklar yaşıyor
ama bakanlar ve milletvekillerinin bu kargaşa ortamında bile her hafta sonu
özel uçağıyla Dubai’ye gittiğini öğrenince epey şaşırdık.
Bunun için
gelmeden önce biz de ekip olarak yetimlere kavurma pilav ve ayranla tatlı
ziyafeti çekerek onlara yemek doldurup hizmet ettik. Erkekler, erkek çocuklarla
top oynadılar, sonra onları akşam saati yolcu ettik. Allah’ın vahşet içinde
rahmetine şahit olmak bizi mutmain etti.
Bir akşam da
Türkmen bir ailenin evini ziyaret ettik. Babaları öldürülmüş mecburen Kabil’e
yerleşmek zorunda kalmışlardı. Rahatça iletişim kurduk, teyze yaşadıklarını
anlattı ve bize kuşak örmeyi gösterdi. Evleri, yaşantıları tanıdıktı, bize
ikramda bulundular. Kızları gazetecilik yapıyordu. Akşamları dışarı çıkmanın
tehlikeli olduğunu söylediler. Sokakları araba giremeyecek durumda çukurlarla
doluydu.
Bir gün de
hastanedeki çocukları ziyarete gittik ve doktordan bilgi aldık. İlaç ve malzeme
eksikliği en büyük eksikleri, buna rağmen doktorlar canla başla tedavilerini
yapmaya çalışıyorlar. Hastanenin hemen yanında 1930’lu yıllarda Türkiye’nin
yaptığı hastane vardı ama bombalardan o da nasibini almış sadece iskeleti
kalmıştı. Zamanında güzel bir bina olduğu anlaşılıyor. Afgan üniversitesini ve
Türk Dili sınıflarını gördük, Tika da onlara hibe ettiği bilgisayarları verdi.
Öğrenci kızlarla konuştuk hepsi İstanbul’u görmek ve öğretmen olmayı
hedefliyordu.
Bir günümüzü
de Kabil’in çarşısına ayırdık. Değerli taşlardan yapılan takılar ve rengarenk
kıyafetlerle dolu çarşıdan hatıra kabilinden parçalar aldık. Ve esnafla
konuştuk.
Afganistan taşlar ve madenler yönünden zengin bir ülke.Doğal
gaz, petrol, kömür, bakır, gümüş, altın, kobalt, kükürt, kurşun, çinko, demir
cevheri, tuz, nadir toprak elementleri, değerli ve yarı değerli taş
yataklarıyla dünyanın en zengin mineral rezervlerine sahip. Tarihten beri lacivert
taşı, Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’a Hindukuş dağlarından çıkarılıyor. Afganistan’ın
değerli taşları zümrüt, lel, safir, lazuli, turmalin, 3 tür yakut, garnit, elmas gibi yarı kıymetli taşlar. Bunlardan
dört çeşidi daha popüler olan Penşir’deki zümrüt (Şah Mesud taşı), yakut ve çeşitli
safir türleri,
Badahşan’da lacivert ve Nuristan’da turmalin, acumirinum ve
berilyum gibi yarı değerli taşlar bulunmakta. Afganistan zümrüdü elmastan sonra
dünyanın ikinci pahalı taşı olarak bilinmekte. Zengin ülkelerin Afganistan’a
demokrasi götürme sevdasında tıpkı Irak gibi bu ülkenin zenginliklerinin
yağmalanması birinci etkendir maalesef. Terör, Taliban gibi bahaneler, dünyanın
dikkatini dağıtmaya yönelik aslında.
......
Böylece ilk
haftamızı yoğun koşturmaca ile bitirerek Mezar-ı Şerif’e gitmek için Kabil havaalanına gittik. Uçağa binmeden önce
çakmaklarımıza el koydular. Afganistan olmasa bile Kabil havaalanı çok güvenli.
Bu muameleyle Tanzanya’da da karşılaşmıştık.
Uçakla
giderken şiirlerden tanıdığımız Hindikuş dağlarının üzerinden geçtik. O kadar
güzel ve vahşiydi ki.. Dağların arasında sulak vadilerde köyler göze
çarpıyordu. Araba girmeyen sadece eşekle gidilebilecek yerler. Geceleri o dağların
üzerine helikopterlerle silah ve yiyecek malzemesi indirilip stoklandığı
söyleniyordu en az on yıllık.
Uçağımız
epey eskiydi ama doluydu. Bir saat falan sürdü uçuş. Oradan Tika şubesine
varıncaya akşam oldu. Bizim için yemek hazırlamışlardı. İnşaat devam ettiği için
bizi konuk edemediler. Şehir içinde Raşid Dostum’un misafirhanesine götürdüler.
Kapıda korumalar ve hizmetliler vardı. Bahçede tek katlı binanın damına
çaylarımızı alıp çıktık, arkada meyve bahçeleri ve evler vardı. Yıldızların
altında oturduk. Yataklarımızın naylonları sökülmemişti. Herhalde kirlenmesin
diye. Haşır huşur uymaya çalıştık.
Orada da
rehberlerle beraber dolaştık. Ertesi gün Belh’de Mevlana’nın doğduğu köyün yanındaki türbesine
gittik, bizi götüren askeri korumalar çok tedirgindi. Taliban bu bölgede çok
güçlüymüş çünkü. Mevlana’nın doğduğu ev, aslında bir medreseymiş. Babası
ailesiyle burada yaşıyormuş. Şimdi
yıkıntı halindeydi. Oradaki köylüler sağolsunlar İstanbul’dan geldiğimizi duyunca hemen koşup
bize ayran ikram ettiler biraz sohbet ettik. Çocuklarla fotograf çekindik. Vedalaşarak
çok yakında olan dünyanın ilk ateşgedesini görmeye gittik.
Dönerken arkamızdan
uyarı ateşi atıldı. Şoförümüz Taliban
tarafından atıldığını söyledi, kırsal yerler Taliban’ın elindeydi. Neyse ki
korumalarımız vardı. Ateşgede yolun kenarında hala -ayaktaydı. Etrafında bağlar
vardı. Rivayete göre, burası Zerdüşt’ün de doğum yeriymiş. Kerpiçimsi taştan
oval bir yapıydı ve ortasındaki büyük boşluğun tepesi açıktı. Burası da harabe
haldeydi ve turistlerin ziyaretine açıktı. Kabil gibi burası da aşırı tozlu bir
belde. Kadın-erkek herkesin başları ve hatta yüzleri kapalı giyinmesini, bu
tozu görünce daha iyi anladık. Zaten kırsalda daha yaygın br kıyafet burka.
Oradan
yorgun argın geri döndük tam
misafirhanenin önüne vardık ki ne görelim? Bizi duyunca Dostum özel
helikopterle savaş bölgesine davet etmişti, gezi programı yaptığımız için
reddedince içeri alınmadık. Akşam saati bize kalacak bir otel ayarladılar. İki
katlı mütevazi bir eve gittik. İki üç gece de orda kaldık. Otelde çalışan genç
yirmi yaşında yeni evli bir gençti. Üç aylık bebeği varmış ama tekrar evlenmek
için para biriktiriyormuş. Evlenmek için bin dolar lazımmış. Afganistan’ın
geneli tek eşli ama selefi etkisi de hemen hissediliyor.
Oradan
Şıbırgan’a geçtik ve zamanında valilik yapmış bir ağa bizi konağında ağırladı.
Güzel bir sofra hazırlamış. Yemekten sonra yeşil çaylarımız ve kuruyemişler
geldi. Bol bol kendini övdü ve nerdeyse zorla bizi biraz ilerdeki tek katlı
binadaki müzesini çekmeye gönderdi. Koridora sağlı sollu isim yapmış atalarının
fotoğraflarını asmışlar. Hızlıca çekip geri döndük.
Ertesi gün
deveyle susam yağı çıkaran bir aileyi görmeye gittik. Kadınlar halı dokuyordu. Afganistan’da
halı yere yatay şekilde dokunuyor. Eğilerek dokuyorlar, çok zahmetli bir uğraş.
Bir metrekare halıyı her şeyi içinde on, on beş Afganiye satıyorlar. Onun
yarısını da ip almak için verip ufak tefek ihtiyaçlarını alıp köylerine
dönüyorlar. Maden ve kıymetli taşlar gibi Afgan kadınların bellerini bükme
pahasına yaptıkları halılar yok fiyatına toplanıp İran halısı diye dünyaya yüz
katına dünyaya pazarlanıyor. Tika kadınlara halı yapmak için malzeme yardımı
yapıyordu karşılıksız. Lakin esas kalem halılarını dünyaya aracısız
pazarlayabilmeleri.
Kenar
mahalledeki ailemizizn bahçesi büyük evi kerpiçten, etrafı da kerpiç duvarla
çevriliydi. Keçiler ağacın altında gölgeleniyor, çocuklar koşuşturuyordu. Yaşlı
bir dede, delikanlılar, kızlar psikolojik rahatsızlığı olan bir ablayla
kalabalık bir aileydi. Ortaokul çağında iki kızları vardı okutmak da
istiyorlardı ama bu sağlıksız koşullarda ne kadar başarabildiler meçhu!.
Kıtkanaat
haram helal gözeterek sade bir hayat yaşıyorlardı. Dede, küçük torununun bir
kaç yıl önce kaçırılıp tecavüz edilerek öldürüldüğünü ağlayarak anlattı. Buna
rağmen bu aksakallı dedenin yüzündeki tebessüm, sadelik ve tevekkülü bizi çok
etkiledi. Afrika’nın bir çok yerinde kız çocuğu, Afganistan’da ise oğlan çocuğu
olmak çok zor. Tecavüz, maalesef çok yaygın ve faillerin çoğu devlet görevlisi,
Asker, polis ve zengin sınıftan kişiler oldukları için gariban halkın kendini
koruyacak ve de tecavüzcüleri cezalandıracak gücü yok. Taliban’a halk
desteğinin atında bu bu tür güvenlik kaygıları yatıyor.
Afganistan
biraz Ortadoğu coğrafyasına benziyor, Bin bir çeşit halk iç içe ve kendi aralarında kadim gelenekleri var.
Rahat bırakılsalar pekala dövüşmeden barış içinde yaşabilirler. Peştunlar gibi bazı topluluklar içinde kavgacı
aşiretler var. Onun dışında kendi halinde yaşayıp gidiyorlar. Şiddetin
ulaşmadığı yerlerde insanlar günlük hayatını yaşamaya devam ediyor.
Kırsal
kesimlerde çok yanlış batıl inançlar da yok değil. Mezarı Şerif’te devlet hastanesini
de ziyaret ettik orda Türk doktorlar da vardı. Köylerden gelen hastalar avluda
oturmuş çocuklarıyla bekleşiyorlardı. Babalar çocuklarıyla ve eşlerine karşı gayet ilgili ve sevecendiler. Yalnız
bazı yörelerde anneler yeni doğanları emzirmeyi reddediyorlarmış çocuğa zararlı
diye… Doktorlar bu boş inançları kırmaya çalışıyorlar.
.....
Oradan karayoluyla
Herat’a geçtik. Orada parti merkezinde çalışan bir genç bize rehberlik
yapacaktı. Bizi parti merkezine götürdü, orada kalacağımızı söyledi. Herkesin
girip çıktığı bir mekan olduğu için kalmak istemedik. Ama makus talihimizden de
kurtulamadık. Süleyman bey, oranın itibarlı ailelerinden birinin evini
ayarladı. Adam, Herat’ın en zengin savaş ağalarından biriymiş. Çarşıyı biraz
gezip ezan saati yorgun argın oraya gittik dört katlı insaat halinde bir
binaydı. Bize birkaç lokma yiyecek ve yatacak yer gösterseler çok makbule
geçecekti.
Bizi
zannederim işçilerin kaldığı ilk kata aldılar. Bizim seksenlerdeki öğrenci
evlerine benzeyen bir yerdi. İnşaat bitmemişti. Adamın üstteki üç katında üç eşi
varmış. Biz beş kişi yan yana dizildik. Yorgunluktan oturamıyoruz. Kendine bir
nargile getirtti. Bize de sordu teşekkür ettik. Bunlar hazara mı peştun mu
neymiş yanımızdaki Tika çalışanı kız Türkmen olduğu için kıza aşağılayıcı hatta
hakaretamiz bir seyler söyledi. Kız ağlamaklı oldu. Çok sinirlendik ama gece
vaktı gidecek yerimiz yok. Gündüz altı
askerle beraber geziyoruz. Kafamıza göre hareket etme şansımız yok. El mecbur
bir saat adamın şişinmelerini ve yeni evlilik planlarını dinledik. Kızlar dahil
bütün çocukları İngiltere’de okuyormuş 18 tane mi ne çocuğu varmış. 25’e
tamamlamak istiyormuş. Onlar mal ve çocuklarının sayısıyla övünmeyi
severlermiş. Güya müslümanlar ama Kuranın açıkça yerdiği bir fiille övünüyorlar.
Sıradan halk daha makul bir hayat
yaşıyor. Bu anlayış zaten niye yıllardır Afganistan’ın bu halde olduğunun en
canlı ispatı.
Daha sonra
sofra kuruldu patron da bizimle yedi. Sanırım hizmetliler için yapılmıştı çünkü
bizim yiyebileceğimizin on katı falandı kebaplar. Özel bir pilavları varmış
hepsinden biraz tattık. Sonra bizi bırakıp çıktı. Temizlenmemiş yer
minderlerinin üzerine yatarak sabahı yaptık ve oradan çıktık.
Ertesi gün
Herat’ın ünlü çarşıları, kalesi ve çok güzel olan tarihi Herat Cuma camisini
gezip çekim yaptık. Rus işgali sırasında general olan ve evini müzeye çeviren
Ahmet Şah Mesut’un yardımcısı İsmail
Han’ı ziyaret ettik. Söyleşi yaptık, anılarını anlattı dinledik. Duvarlarında
büyük tablolar vardı o günleri tasvir eden. Çok beyefendi bir insandı. Bize
karşı alçakgönüllü ve misafirperver davrandı. Tepede Rus işgalinden kalan
silahların vs. olduğu müzeyi çekip savaşta müslüman olan eski bir Rus askeriyle
ve oradaki Aksakallılar meclisiyle konuştuk.
Müslüman Rus müzeye bakıyordu Afgan bbir kadınla evlenmiş. Yaralıyken
Afganların ona merhametli davranışları kalbini İalama ısındırmış ve geri
dönmemiş.
Mezarı Şerif
o kadar değildi ama Herat’ta erkeklerin bakışları ürkütücüydü. Kesinlikle
yabancı bir kadın sokakta rahat yürüyemez. Kıyafetlerimiz onlar gibi olmasına
rağmen kendimizi rahatsız hissettik.
İşimiz
bitince Kabil’e geri döndük. Son gün herkes bir yere dağıldı, ben de çatıya
çıkıp şehrin genel görünümünü çektim. Günümüz yetmediği için Nuristan’a yani
Büyük İskender’den kalma ilginç bir topluluk olan ve ‘kafirler’ de denilen
topluluğun bölgesine, açık havada ders yapan çocukları görmeye,hatta
Kabil’in eteklerinde rengarenk
gecekondularına ve daha bir çok yere gidemedik. Aşırı sıcak ve kuru havasına
alışkın olmadığımız için genç asistanımız iki defa hastanelik oldu. Mezarı
Şerif ve kabil’de son gün serum bağlandı. Hastanelerde klima olmadığı için
Mezarı Şerif’te doktor bahçeye çıkıp kafasından aşağı bir kova su boşaltıp
tekrar hastalarının yanına dönüyormuş.
Kabil’de çok
güzel bir sürprizle de karşılaştım. Oraya iş için gelen ve uzun süredir
görüşmediğim bir akrabamla buluştuk, bizi ziyarete geldi. Kendisiyle sohbet
ettik. Gerçekten de dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurmuş.- Onun Kabil’de
olduğundan bile haberim yoktu. İnsan ülkesinden binlerce kilometre uzakta böyle
bir tesadüfe hayret ediyor.
Son akşam,
TİKA bahçesinde bir çiğköfte partisi yaptık. Elazığlı eğitimci müdür Mutlu
Güzel’in yoğurduğu çiğ köfteyi onun yanık sesi eşliğinde yedik. TİKA’daki o
güzel insanlarla vedalaşmış olduk.
Bahçesine diktiğimiz hatıra Nar fidanını da geride bırakıp bir daha gelmek
ümidiyle Kabil’den ayrıldık. Zorlu bir gezi olsa da Başta Süleyman Şahin bey ve
Mutlu Güzel bey olmak üzere, Tika Afganistan’daki her kesimden çalışanlarıyla
bizi çok güzel ağırladı. Hepsine müteşekkiriz.
Afganistan,
Gül’ü, Nar’ı, her kavimden çok güzel, mazlum ve masum insanı, halısı, değerli
taşları, otantik adetleri ile , bütün o dış işgalciler, batılı sömürgeci
ortakları, onların teşvik ve organize ettiği uyuşturucu, becce ve savaş
ağalarına rağmen, insanlığın en kadim ve en güzel topraklarından biri. O güzel
ve masum insanlara selam olsun, dualarımız ve gönlümüz her zaman onlarla
beraber.
barış, hukuk ve umut...Not: Kabil'in banliyösü, kuzey doğusundan karların eksik olmadığı dağlarla çerçevelenmiş meyve bahçelerinin mesut gülüşünü etrafa yayar. Eski kralların sarayı güney doğuyu taçlandırır. Burası bahçelerle süslü yüksek bir tepedir; bu bahçeler ölümsüz peygamber İlyas'ın ayak izinin yakınındaki bir kaynağın sularıyla sulanır. (Babür - s.60)