NEHRİN DÖNEMECİ hakkında..


RomanV.S. Naipaul tarafından yazılmış ve çeşitli ödüller almıştır. Yazar V.S. Naipaul, 1932'de Karayipler'de İngiliz sömürge ülkesi Trinidad ve Tobago'da dünyaya geldi. Ailesi, 19. yüzyılda Hindistan'dan sözleşmeli işçi olarak bölgeye gelmişti. 1950 yılında Oxford Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudu.Sömürge ülkelerindeki batılılaşma paradoksunu ele aldığı "Taklitçiler" romanını 1967'de, Afrika'da sömürgecilik üzerine düşünceler barındıran "In a Free State" (Özgür Bir Ülkede) romanı 1977'de yayımlandı1979'da yayımladığı "Nehrin Dönemeci" romanıafrika’yı anlatıyor..Yazar, 1987 yılında yaşam öyküsünden izler taşıyan "Gelişin Bilmecesi"ni yayımladı. Naipaul, dünyayı dolaşarak çok sayıda inceleme yazısı ve seyahat kitabı yazdı. Hindistan'ı 3 kez ziyaret etti. İran, Pakistan ve Endonezya'yı gezerek İslam toplumlarını ele aldığı "İnananlar Arasında" ve "İnancın Ötesinde" kitaplarını yazdı.

………………..

Salim, Afrika’nın  Doğu sahilinde bir kasabada yaşayan Müslüman bir göçmendir. Dedeleri buraya Kuzey Batı Hindistan’dan gelmişti. Ne zaman geldikleri meçhuldü ve kimse geçmişi merak etmez, anı yaşarlardı. Sahili tam anlamıyla Afrikalı sayılmayan bu kasaba; Arap, Hintli, İranlı ve Portekizli ağırlıklıydı. Dedesi bir defasında kauçuk süsü vererek bir gemi dolusu köle taşıdığını anlatmıştı. İronik olarak hem kendi tarihini hem de Hint okyanusuyla ilgili tarihi Avrupalıların yazdığı kitaplardan öğrenmişti.

Buralara eskiden Araplar hakimdi. Sonra Avrupalılar gelmiş şimdi de çekiliyorlardı. "fakat onların yaşantısında büyük bir değişiklik olmamıştı. Hala balıkçı kayıklarına şans getirsin diye büyük gözler çiziyorlar, bir yabancı onların resmini çekmeye kalkınca onların ruhunu çalmaya kalktığı için onu öldürecek derecede sinirleniyorlardı.

Onların da evlerinde köleler vardı onlarla birlikte yaşıyorlardı. Ama onların köleliği içselleştirilmiş isyan barındırmayan bir aidiyetti. Efendilerinin gücüyle böbürlenirlerdi.

Salim,  küçük yaşta İngiliz pullarına bakarak kendine belli bir mesafeden bakmayı öğrenmiş ve cemaatten zihnen kopmuş ve Avrupalılardan çok geri olduklarını anlayarak emniyet hissini kaybetmişti. Bununla beraber ailesinin sahip olduğu kadercilik anlayışını ve sessiz teslimiyeti de yitirmişti.

Arkadaşı İndar’ın dedesi de Pencap’tan demiryolunda çalışmak için işçi olarak gelmiş, tefecilik yapan bir ailedir ve maddi durumları iyidir. Kolejde okuyan İndar üniversite için ingiltere’ye gideceğini artık buraların güvenli olmadığını söyleyince onu anlasa da anlamazdan gelerek kendisinin burada kalıp ticaretle uğraşacağını söyledi. Eve dönerken gerçek duygularını sürekli gizlediğini fark etti. İnanış ve geleneklerin gösterdiği şekilde yaşamak istememektedir çünkü dünyaya bağlıdır. Gelenek çerçevesinde yaşamanın, gelecek dalgaya karşı  ne kendini ne cemaatini korumaya yetmeyeceğinin de farkındadır. Ve kasabasından ayrılmaya karar verir. Lakin bu kararı nasıl hayata geçireceğini bilmemektedir.

Afrika’nın içlerindeki o kasabaya giden ve orada ticaret yapan Nasreddin her ne kadar cemaatin bir üyesi olsa da onlardan farklı bir yaşayış ve düşünüşe sahiptir. Tamamen ilişkisini kesmemesinin nedeni kızlarına iyi birer koca bulma niyetidir. Salimi de kızlarından biri için düşünmekte ve aile de bunu onaylamaktadır. Bu konuda çekimser olsa da, Nasreddin’in yabancılığı ve anlattığı o bilmediği diyarlara dair anekdotlar onu etkilemektedir.

Kasabada çıkan karışıklıklar yüzünden Nasreddin’in, ailesiyle beraber türlü zorluklarla Uganda’ya kaçtığı duyulur. Cemaat içten içe onun hep dört ayak üstüne düşmesine bozulduklarından içten içe biraz sevinirler. Halbuki Nasreddin kasabaya gelince yine neşeli ve tutkuludur ve kasabadan ayrılışını şöyle yorumlar: beni Afrikalılar tedirgin etmiyordu. Avrupalılarla ötekiler tedirgin ediyordu. Bir felaketten önce insanlar çılgına dönüyor. Müthiş bir emlak patlaması yaşadık. Herkes paradan söz ediyordu. Bugün beş para etmeyen bir çalı parçası ertesi gün yarım milyon frank ediyordu. Büyü gibi bir şeydi ama gerçek parayla.’Salim yerle bir olmuş bir kasabayla karşılaşır. Eskinin kıymetli emlakları şimdi orman olmuştur. Evler ateşe verilip soyulmuş, bahçeleri orman istila etmiş, sokaklar kaybolmuştur.

Nasreddein’in teklifini kabul eden Salim, sahilden uzaklaşmak için nehrin içlerindeki kasabadaki ıvır zıvır dükkanına doğru yola çıkar.

İnsanlar yine köylerden kasabaya gelmeye başlar. Yerli olmayanlar için her zaman gelecek belirsizdir. Kötü bir davranışla karşılaşmasalar da sonuçta burası Afrika’dır ve insanların av olduğu bilgisiyle yaşamaya alışkındırlar. Herkes her an ava dönüşebilir.

Burada bir zamanlar bir düzen vardı ama o düzenin de sahtekarlık ve zalimlikleri olduğu için harabeye dönmüştü. Artık yönetmelikler yerine rüşvetle iş yaptırabileceğiniz memurlar vardı şimdi.

Kasabanın iki şiarından biri :’hep yeni şeyler’di. Her oyma her maske özel bir dini amaca hizmet ediyordu. Taklitler sadece taklitti. Onlarda büyü yada güç yoktu. İkincisi ise; iskele kapısındaki anıtta yazan sözdü. ‘ ‘Büyük Roma tanrısı, insanların kaynaşmasını ve Afrika’da anlaşmalar yapmasını onaylıyor’ bu söz tam tersine üç kelimesi değiştirilmiş bir sözdür. Aslında onaylamadığını söyler metinde.

 

Bağımsızlık sonrası başkentteki yönetimi de kabul etmemişlerdi, kargaşada kendi insanları tarafından da suistimal edilmişlerdi. Kasabadaki askerler zamanında Araplara hizmet etmiş köle avcılarının soyundan geliyorlardı. Sonradan da sömürge hükümetine asker olarak hizmet etmişlerdi. Artık kimse köle istemiyordu. Sömürge sonrası isteyen herkes silah alabiliyordu. Her kabile savaşçı olabilirdi. Bir gün yeni başkan sivil görünümlü adamlarını kasabaya gönderir. Hepsinin ayağında kahverengi botlar vardır. Gelenlerin yarısı hidro-elektrik santraline geri kalanlar da kışlaya gider ve kendilerinin karşılamaya koşan albayla birkaç askeri orada öldürürler. Başkan orduyu terörize ederek yerli halka bir jest yaparken kafalar da karışmış, bağımsızlığın getirdiği sınırsız özgürlük son bulmuştur.

Bir savaş uçağı kasabanın üstünden alçak uçarak ormanda belli bölgeleri bombalıyordu. Savaşçı kabilenin askerlerinin çoğu öldürüldü. Silahlarını apoletlerini, yeni yaptırdıkları evlerini kaybettiler. Sağ kalanlar korumasız ortaya salındılar. Kışlalardan feryatlar yükseliyordu. Namlı kabile şimdi geleneksel avlarının arasında ava dönüşmüştü. Her kabileden karışık bir ordu meydana getirildi.

Göçmenlerin psikolojisi; hayat onları değişim rüzgarlarına inanmaya zorluyordu, başkentin enerjisini hissediyor ve çabalıyorlardı. İyi günlerde de kötü günlerde de harcanabileceklerinin bilinciyle yaşıyorlardı. Onlar için en acı şey; başkalarının daha iyi günlere denk gelmeleriydi.

Yeni projeler hızla yürürlüğe kondu.  Otobüsler işlemeye başladı, taksiler çoğaldı. yeni telefon hattı bile kuruldu. İnsanlar yine sokaklarda yaşıyordu, çöplerini bozuk yollara fırlatıveriyorlardı ama taksiler dezenfektan kokuyordu. Sömürge döneminde arabaların senede bir dezenfekte edilmesi hatırlanmıştı. Herkes ücret karşılığı bu işi yapmak istiyordu. Arabalar her yakalandığında dezenfekte ediliyordu. İhmal edilmiş kızıl toprak caddeler trafik yoğunluğundan delik deşikti. Nakit para ile çalışanlar; gümrük memurları polis ve hatta ordu mensupları, enerjikti. Yönetimin içi boş da olsa yöntemini bilince başvurabileceğiniz birileri vardı. Başkentteki siyah adam böyle istiyordu.

Avrupalı satıcılar, başkentten yedi günde buharlıyla gelmek yerine uçağı tercih ediyorlardı. Yeni ordunun subaylarının savaşçılık kodları hatta hiç bir istidatları yoktu. Liseli genç Afrikalılar gibi saldırgandılar ama nezaketten yoksun bir saldırganlık. Kendilerini yeni Afrika'nın adamları hem de Afrika'nın yeni adamları olarak görüyorlardı. Ulusal bayrak ve başkanın portresini halkın gözlerine sokuyorlardı, -zaten artık ikisi birlikte görülüyordu-. Baştan bunun yeni kurulan devletin gururu zannetmişlerdi ama sonra bu ikilinin otoriteden meşruiyet sağladıkları fetişleri olduğu anlaşılmaya başlamıştı. Onlara kalırsa herşey vardı sırf uzanıp almak gerekiyordu. Rütbeleri yükseldikçe sahtekarlıkları artıyordu. Silahları ve jipleriyle altın kaçakçılığı ve fildişi avcılığı yapıyorlardı. Kıta sathında hükümetler yasadışı ilan ettikleri kaçakçılığın tam ortasındaydılar. Aracılık için tüccarlara başvuruyorlardı.

Artık paradan maldan mülkten söz edilmeye başlamıştı. Başka mevzu yoktu. Hatta bir Bigburger bile açılmış, bütün ekipmanları dışarıdan getirilip kurulmuştu, et dahil Güney Arfika'dan geliyordu. Oraya gidip oturmak yerli ve göçmrnleri modern hissettiriyordu.

Daha önce de böyle bir şahlanma yaşanmıştı nehrin yatağının yanında. Şimdi orada bir banliyöden başka şey kalmamıştı. Başkan, nehir yatağının yanını özelleştirmiş orada bir şeyler yapıyordu. Kimse ne olacağını bilmiyordu. Başkanın yaptığı şey kendince o kadar büyüktü ki, işi kendine mal etmeye çekiniyordu. Aklınca; ‘modern Afrika'yı yaratıyordu. Afrika'nın küçük köylerinden ormanlarından atlayıp öteki ülkedekilerle boy ölçüşecek bir şey!

Bu Özel Bölgenin ve diğer yerlerdeki benzerlerinin yabancı basında boy boy fotoğrafları yayınlanıyordu. Tabi dergiler bunlar için para alıyorlardı. Afrikalılar beton ve camdan binalar yapan ve kadife koltuklarda oturan insanlar dönüşmüştü.

Sonunda özel bölge, konferans binası pek çok branşlı üniversiteye diğer binalar da idare ve yatakhaneler dönüştü. Dünyanın her yerinden profesörler gelmeye başladı.

Başkan; ölmüş otel hizmetçisi annesinin konuşmalarında bahsettiği  ‘Afrika kadınını’ şereflendirmeyi vaat etmişti. Onları, ne idüğü belirsiz vazifelerle hükümet köleleri yaparak bunu gerçekleştiriyordu. Başkanın Afrika kıyafetli portreleri büyürken, baskı kaliteleri artıyordu. Portrelerin Avrupa’da basıldığı söyleniyordu. Hükümet, bu baskılar için epeyce borçlanmıştı.

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra başkanın buraya olan ilgisi sönmüş, özel bölgeyi otlar basmaya başlamış, aydınlatmalar otların arasında kalmış, bazıları kırılmış, buradaki misafir hocalar gitmeye başlamıştı. Kalanlar da gidecek yer arayışına girmişti. Evsizler özel bölgenin kıyısına gelip yerleşmeye başlamış, evlerinin önüne manyok ekmeye başlamışlardı.

Özel bölgenin öteki tarafında özel çiftliklerden geriye otların bürüdüğü bir Çin kapısıyla birkaç traktör kalmıştı. Burası yine ormana dönmeye başlamıştı.  

Güç ve başkentteki hayat; Salih’e ve çoklarına en gerçek ve hayati şeylermiş gibi geliyordu önceleri. Her yeni fotoğrafın, her yeni çocuklu Madonna heykelinin ardındaki niyeti fark edince bir arkaplan olarak bakamıyor ondan etkileniyorlardı. Yabancılar bununla dalga geçse de ciddiye alıyorlardı.

Buradaki herkes başkalarının ayaklarını yere sağlam bastığını ama kendi hayatının askıda olduğunu sanıyordu. Her şeyin keyfi olduğu kasabada, herkes askıda, hiçbir şeyden emin değildi. Hayatta kalmak zorundaydılar ama bir taraftan da yalıtılmış hissediyorlardı. Kimseye hesap verecek durumda değillerdi.

Göçmen bir kasaba sakininin dediği gibi: ‘Burada yanlış yok diyemeyiz, sadece doğru yok!' …

Üniversiteye gelenler, daha eleştirel konuşmaktan çekinmiyorlardı.      

Başkanın yanındaki yabancı danışmanın eşi onu şöyle tarif ediyordu: ‘Konuşmayı hep o başlatıyordu. Kameralar hep vardı. ilk günden  onlara poz verirdi. Yeni bir konu açmaya izin vermez başka tarafa bakardı. (asillerin tavrı). Birden sizi bırakıp başka bir şeyle ilgilenmesi şahsi tarzının bir parçasıydı.’

Konuşmaları önceleri Fransızca’ydı şimdi ise herkesin anladığı kendi basit kabile dilinde konuşuyordu arada geçen Fransızca kelimeler citiyons ve citiyonnes’ti. Bunları da müzikal bir etki yaratmak için söylüyordu. De Gaulle gibi davranan bu adam bu basit melez dili sokak dalaşı ağzına dönüştürerek daha da aşağılara çekiyordu. Temaları; parlak istikbal, fedakarlık, Afrika kadınının şerefi, devrimi güçlendirme gereği (Afrikalılar ise bir sabah beyaza dönüşme hayali kuruyorlardı), Afrikalıların Afrikalı gibi olmaları, dedelerinin alışkanlıklarına dönmelerinin gereği, ithal teneke ve şişelere itibar etmemeleri, en önemlisi de ‘disiplinin önemi’…

Eleştirileri her zaman dikkate alır, genelde önceden sezerdi. Her şeyi yerli yerine oturtabilirdi. Ülkede meydana gelen her şeyi ister iyi ister kötü olsun büyük bir planın parçasıymış gibi gösterebilirdi. İnsanlar onlara tanıdık geldiği için seviyorlardı konuşmalarını. Her konuşma yeni bir performans, mutlaka bir amaca mebniydi.

Başkan kasabayla ilgili bir şey söyleyeceğini açıklamıştı ve kasaba huzursuzdu. Gençlik Muhafızları dağıtılacaktı, maaşlarını kaybedecekler, hiçbiri hükümet görevlerine alınmayacaktı. Kasabadan sürülüp orman inşaat işlerine gönderileceklerdi. Onları konuşmayan maymunlara benzetmişti. Büyük adamın tarzı böyleydi. Otoritesini sarsar gibi görünen şey, sonuçta otoritesini vurgulamaya yarardı. Başkanın gençlik muhafızlarını dağıtması, memurları arsız yapmıştı. Onlar bu müdahalede onun zayıflığını görmüşler ve hepsi kendi menfaati için çalışmaya başlamıştı. Hiçbiri diğeri için garanti verecek durumda değildi. İstikrarlı ilişkiler olmadığı için her gün yeniden memurları kiralamak gerekiyordu.

Memurların önceden sezdiği ve kişisel ikbal peşine düştüğü şiddet sonunda kasabaya geldi. Polise, karakollara, resmi binalara gece baskınları… Gereğinden fazla büyümüş kasabada cinayetler, gecekondularda ayaklanmalar…

Halk hareketi gibi görünse de değildi. Muhafızlar otoriteyken halka hiç de iyi davranmıyorlardı. Şimdi ortaya halkın kurtarıcısı olarak çıkmışlar, bildiriler dağıtıyor, özgürlükten bahsediyorlardı. İlk başta devlet görevlilerineymiş gibi görünen saldırılar genele yayılmıştı. Olaylar eskiden olduğu gibi uzak köylerde, ormanlarda değil, kasabada cereyan ediyordu. Son zamanlarda köylerde kargaşa olduğu haberleri geliyordu. Gazetelerde hiçbir şey çıkmasa da polis ve ordu, gençleri kaçırıyordu.

Yerli kadın oğlunun kasabaya komiser olarak gelmesinden endişe ediyordu. Başkanın kıskanç biri olduğunu, asla yükselenleri sevmediğini, oğlunu başkanın bile öldürtebileceğini söylüyordu. ‘Her yerde kendi resimlerinin olduğunu, resimlerinde sadece kendisi büyük çıktığını iddia ediyordu. Gazetelerde sadece dışarıdan gelenlerle başkan aynı seviyede oluyordu.

Salim, Londra’dan önerken uğradığı başkentte havaalanından şehir merkezine kadar yollar, aralıklarla başkanın portreleriyle üzerine yazılmış vecizeleri olan panolarla ve ara ara Madonna heykelleriyle donatılmıştı. Yolda otobüsler, eski moda bir tren, birkaç fabrika da vardı. Gecekondular siteler daha büyüktü. Kasabadan çıkıp nehir boyunca gelen birini boğacak, ezecek bir etki yaratan bu şeyler Avrupa’dan gelen bir Afrikalı için tuhaf bir acıma duygusu veriyordu. Kasabadaki özel bölgedeki üniversiteye gelen ziyaretçilerin niye her şeyi komik buldukları anlaşılıyordu. Ama komik değil trajikti. Oteldeki sivil giyimli adamların kendilerini gösterme gayretleri ise alaya alınabilirdi ama onlar komik adamlar değil silahlı, kötü adamlardı. Avrupalı kaşifin heykeli kaldırılıp yerine modern Afrikalı tarzında! mızraklı ve kalkanlı dev bir Afrikalı heykeli konulmuştu.  

Salim, İngiltere’den kasabaya döndüğünde kamulaştırma yapıldığını ve artık kimsenin bir şeyi olmadığını öğrendi. Dükkanına bir memur atanmıştı ve kendisinden malların dökümü istenmiş, yazdıkları hiç itirazsız kabul edilmişti. Bu da demekti ki; hiçbir ödeme yapılmayacaktı. Kasabanın zengini olan kişi son ana kadar belli etmeden her şeyini satıp savıp ilk kaçan kişi olmuştu. Böyle kriz zamanlarında sadece güçlüler radikal kararlar alabilir, diğerleriyse hareket edemeden olacakları beklerdi. Herkes parayı doğrultup gitmek istiyordu ama nereye? İşte bu soru delirticiydi. Üniversite öğrencileri kullanıldıklarını, boş yere eğitim gördüklerini, onlara verilen her şeyin aslında onları mahvetmek için olduğunu hissediyorlardı..

 

Başkan büyük adamın verdiğini büyük adamın alabileceğini belirten bir konuşma yaptı. Büyük adam onları böyle tavlıyor; veriyor, alıyordu.

Salim de her şeyini kaybettiğini kabul edip kurtarabildiği kadar parasını, güvenebileceği tüccarlar vasıtasıyla yurt dışına-İngiltereye- çıkararak Nureddin’in kızıyla evlenmek üzere kasabayı terk etti.

Nehir, yine su sümbüllerini taşımaya devam edecek, binalar yıkılıp, acılar ve ölümler yaşanacak, orman yine kasabayı istila edecek, insanlar ormanın derinliklerine çekilip onun ruhuna sarılacak, yine yaralar sarılıp aç ve bitkin insanlar kasabalara gelip çadırlarını kurmaya başlayacaklardı.

Salim’in tekrar bunları yaşayacak ne sabrı ne de isteği kalmıştı.