İçimden geldiği gibi yazmak istiyorum bazen. Sonra bakıyorum
çekincelerim var. Kafamda bitirmediğim konularda yazmak bir şeylere birilerine
ihanet etmekmiş gibi geliyor. Ucundan kıyısından bir şeylere değinmek içime
sinmiyor
Sanıyorum yazmak için yaşamayı hissetmeyi sessize almak gerekiyor. Anı yaşamak taraftarı olan birisi tam anlamıyla kendini ifade edemiyor. Ya da bana öyle geliyor. Dürüstlüğümden ödün veriyormuşum gibi sanki…
Belki de bu amatörlük. Profesyonel olarak yazmayı iş edinmek
gerek. Yani yaşadığım, hissettiğim, şahit olduğum şeyler, hayatımın ve kendimin
bir parçası. Onları nesneleştirmek yazıda kullanılabilir olgulara dönüşmesi için
zaman lazım. Araya duygular ve benlik kaygıları girince kendimi faş ettiğim
duygusu hatta birikimlerimi kullandığım duygusu ağır basıyor. Onun için
dolaysız olarak benim bir cüzüm olmamış
konularda daha kolay ahkam kesebiliyorum. Tabi onları da kendime ait kural
kaide içinde yapıyorum ama yine de o zaman yaptığım tespitler daha sağlıklı oluyor.
Okumalar böyle değil. İster olumladığım isterse anlam
dünyamda hiçbir karşılığı olmayan bir kitap yazı vs. olsun beni etkisine
almadan onunla bir bağ kurabiliyorum. Katılmadığım düşünceler, faraziyeler ve
yaşanmışlıklar da olsa, bana bir şekilde katkı sunuyor.Olumlu olumsuz her
şekilde yeni bir bakış açısı kazandırıyor.
Bazen okuduklarımla öyle bir özdeşlik kuruyorum ki sanki ben
konuşuyorum gibi oluyor. Kendi yalnızlığımda uzaklardan geçmiş zamanlardan bir
arkadaş hatta dostla buluşmuşum gibi oluyorum. İnsan yaşlandıkça ne kadar az
insanla etkileşim içine girebildiğini fark ediyor. Genellemeler yerini gittikçe
açılan alt başlıklarla çatallanmaya bırakıyor. Pek çok inancımız ve
kabullerimizin zihnimizin bize oyunu olduğunu fark ediyoruz. Kişiliğimizi
oluşturan nüveler, başkalarını anladığımız onların bizi anladığı ortak noktalar
bulduğumuz zannını da beraberinde getiriyor.
Gerçekte ise herkes farklı şartların ve güdülerin saikiyle
hareket ediyor. O anda bizim için hayati olan bir kanı aslında karşımızdaki
için teferruat mesabesinde olabiliyor. Ama biz kendi doğrularımızla o kadar
büyülenmiş vaziyette oluyoruz ki, karşımızdakini veya onun emellerini tahmin ve
tahlil edemiyoruz. Bu durum gençlikte bizi yanıltıcı bir ortam ve şartlar
altında daha sıklıkla başımıza geliyor.. İleriki zamanlarda vay be diyecek
kadar bir dolu yanılsamamızla yüzleşiyoruz.
Gerçi olgunlaştıkça da bu yanlış anlamalar, yanılgılar devam
ediyor. Bazı konularda tecrübi bilgimiz artarken acemisi olduğumuz yeni
mevzular ortaya çıkıyor. Her defasında yeni bir noktadan yanılararak, yine aynı
acemilikle dünyayı ve kendimizi anlamlandırma ameliyesi devam ediyor.
Bir noktadan sonra da olanı olduğu gibi kabul edip yetinerek
ve kendi hayal dünyamıza çekilerek güvenli limanlarda kendimizi zenginleştirmeye,
beslemeye, onarmaya başlıyoruz.
Hayatla ve kendimizle daha barışık lakin daha heyecansız,
daha tekdüze bir hayat yaşıyoruz. İşte bu ruh hali, ancak farklı okumalarla
heyecan ve renk ihtiyacımızı ve bir şeylerle ya da birileriyle bütünleşme
arzumuzu doyurma imkanı sunuyor. Daha az anlarken daha dolu dolu yaşarken,
anladıkça azalarak yaşıyoruz. Bu azalma bir nevi fakirleşme hali ise de diğer
taraftan da daha mutmain ve hafif olmamızı sağlıyor. Ruhumuzun gelgitlerinden uzak bir kafa konforu sağlıyor ve baktığımızı
görmeyi ve asıl olarak önemsediğimiz düşünce ve tutumlara odaklanmamızı
kolaylaştırıyor.
Sürekli bir algı bombardımanından kurtulup asıl benliğimizin
temel taşlarına yaslanmamızı kolaylaştırıyor. Gençken zaaflarımızdan dolayı
kaybolduğumuz yan yollardan kurtulup kendi varlığımızın özüne dönüyoruz. Dış
etkenlerin bağlayıcılığını ve ayak bağlarımızı görerek onları
aşmamız en azından uzak durmamız, netameli ilişki ve
ortamlardan kaçınmamız kolaylaşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder