nlatıları sahiplenmesi -Hz. İbrahim barışı gibi-büyük hırsızlık ve çarpıtmalarından sadece. Gazze'de yaşanan soykırım onların nasıl kolay yalan söyleyebildiğini ve hakikati çarpıtmada ne kadar mahir olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Kim olursa olsun zalime karşı, mazlumdan yana
Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme
Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar Erdem Bayazıt
Şu anda nerdeyse depremin üzerinden 22 saat geçti. Hava şartları çok kötü. merkez üssü Maraş olan depremlerden ilki 7.7 olup gece saat 4.17'de Pazarcık ilçesinde diğeri ise Elbistan ilçesinde saat 13.24'te 7.6 şiddetinde meydana geldi. Gaziantep, Malatya, Batman, Bingöl, Elazığ, Kilis, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Şırnak, Van, Muş, Bitlis, Hakkari, Adana, Osmaniye ve Hatay'da da kuvvetli olarak hissedildi ve adeta bomba atılmış gibi yıkımlar meydana geldi. Hele ki yeni binalar ki -içinde Adıyaman belediye binası da var- yeni yapılan hastaneler de var. Ve bunlara ruhsat verenler de bu belediyeler... İlk 24 saat enkaz altındakiler için hayati saatler olduğu halde bu kadar büyük çaplı etkisi olan 2 depremde yakın illerdeki askerlerin kurtarma çalışmalarına hemen müdahale etmesi beklenirdi fakat sadece MS Bakanı demeç veriyordu.
99 Düzce depremine İstanbul'da yakalanmış biri olarak 23 yılda devlet refleksinde bir adım yol katedilemediğine üzüntüyle şahit olduk bugün. Bu satırları hayata ve tarihe not düşmek için yazmaya karar verdim.
Öncelikle beş gün önce gördüğüm bir rüya ile başlamak istiyorum. Rüyam, dün geceki korkunç depremle beraber anlam kazandı. Çarşamba gününün gecesi diğer günlere göre erken uyudum. Gündüz pazara gittiğim için yorulmuştum. Sabaha kadar oturmak yerine saat 2-3 gibi yatmaya gittim. Bir saat kadar sonra rüyayla uyandım. Rüyam şöyleydi:
Eşimle beraber eskice bir arabayla geziye çıkmışız. Bilmediğim bir kasabaya gittik. Orada beyaz mezar taşlarının olduğu büyük bir mezarlığın önünde durduk. Burası Bosna'daki ya da Halepçe'deki mezarlara benziyordu. Tepelik bir yerde. Arabayı oraya bırakıp mezarlığın içinden geçtik. Tam hatırlayamıyorum ama orada bir yere ziyarete gitmiştik sanki dua gibi, cenaze evi gibi bir şey. Birbirimizden ayrıldık. Dışarı çıkınca arabanın olduğu sokaktan üst sokakta olduğumu fark ettim. Nasıl olsa eşim beni arar bulur diye düşündüm. Yurtdışında bunu defalarca yapmışlığım vardır. Dil bilmediğim halde -aslında pratik özürlü olduğum için- biraz dolaşayım diye düşündüm ve yokuş aşağı inmeye başladım. Saatlerce dolaştım hava kararmaya başlayıncaya kadar.
Mütemadiyen yürüyordum. Bazı yollar yüksekte bazıları yol ayrımı çatallı ve genelde boş. Bir bakıyorum hayvan sürülerinin arasındayım. Hemen yolun kenarına geçmem lazım diyorum, köprü altı gibi yerlerde, mezbeleliklerde dolaşıyorum. Film karesi gibi mekanlar değişiyor. Mekanlar film sahnesini andırıyor. Kimseyle konuşmuyorum. Biteviye yürüyorum. Anayol kenarında film dekoru gibi bir şeyler kurmuş birisi yanından geçerken dokunuyorum devriliyor. Eyvah! Şimdi bana kızacaklar diye içimden geçirip korkuyorum, buralarda ben ne arıyorum, diye düşünerek hızla oradan uzaklaşıyorum. Bir meydana çıkıyorum. Karşılıklı iki eskici dükkanı var, girip bakayım, hediyelik güzel bir parça alırım belki diyorum ama dükkanların üstünden sular damlıyor ve sokağın ilerisi yıkılmış gibi vazgeçiyorum, ileri doğru yürürken eşim beni aramadı bari ben onu arayayım diye düşünüyorum ama aramıyorum, yürümeye devam ediyorum. Sahne değişiyor. Tanıtım gibi bir şeyler çeken insanların arasına düşüyorum hatta ön sıradayım. Şimdi bunlar beni itse aşağı uçuruma düşerim diye içimden geçiriyorum. Yine oyun parkı gibi bir yerdeyim. Yere sabitlenmiş oyun gibi bişeyler var. Kimisi sürüngen gibi onu net hatırlıyorum. Arka tarafta da güya açılışı yapılacakmış. Birileri var önlerindeki kürsüde, butona basacaklarmış. Hafif eğimli bir yer. Yukarı doğru tırmanırken kusmaya başlayıp iki defa kusuyorum ve kusarken boğulur gibi uyandım.
Rüyaların tasviri zor olur ya! Görürken mantıklı gelen şeyler uyanınca insana saçma gelir. Birkaç saniyelik bir rüya ama tasvir etmesi uzun sürüyor çünkü rüya başka bir dil gibi. Kalkıp su içtim ve telefonumu alıp anlamına baktım. Özellikle kusmak ve gezmek ne demek diye. Olumsuz bir yorum yok, diye rahatladım.
Deprem meydana geldiği saatlerde oturuyordum. Gece oturmayı severim, o dinginlik ve duvar saatinin sesi huzur verir. Ara sıra da elime örgümü alıp üç beş sıra dönerim. Yine elimde örgüm, laptopumun ekranı kararmış halde oturduğum için yarım saat sonra depremden haberim oldu. Ta Lübnan'dan bile duyulmuş deprem hatta Fatsa'dan, Samsun'dan bile. Tivit atanlar çok büyük olduğunu en az bir buçuk, iki dakika sallandıklarını ifade ediyorlardı.
Daha sonra devlet erkanından ve AFAD'tan açıklamalar gelmeye başladı. Koordine ediyoruz falan diye.
Şu an itibariyle binlerce hatta milyonlarla ifade edilebilecek kişi, ard arda iki adet 7 üzeri depremle ve altı ve beş üzeri artçılarla yıkılmasa bile evlerine giremiyor. Muhtemelen 0'ın altında eksilerdeki hava durumu, kar ve yağmur yağışı altında, yetersiz toplanma yerleri yüzünden sokaklarda veya imkanı olanlar başka şehirlere ulaşmaya çalışıyor.
İlk 24 saat enkaz altındaki canlı insanlar için hayati olduğu halde maalesef yeterli eleman ve asker, arama kurtarma çalışmalarına sevk edilmediği için donmuş veya donmak üzere. Hayatta kalanlar da açlık ve dondurucu soğukla yalnız bırakıldı.
Zaten deprem ülkesi olmamız, son birkaç yıldır peş peşe olan irili ufaklı depremler, olası İstanbul depremine rağmen ciddi önlemlerin alınmasının savsaklanması önümüzü karartıyor. Dayanıksız ve eksik malzemeli evlere de göz yumuluyor, sel yataklarına ve fay hatları üzerine çok katlı binalar yapılması da nerdeyse teşvik ediliyor.
Kamu yatırımlarında bile gerekli özenin gösterilmediğini, bu depremde, binlerce ölü ve bir o kadar yaralı ile maddi manevi ağır bedeller karşılığı öğrenmiş bulunuyoruz. Bu gece ve önümüzdeki onlarca gece insanlar sokaklarda. Ve o -bir kısım egoistin göndermek için can attığı Suriyeli mülteciler ve sınır ötesindeki mülteci kamplarındakilerle- aynı kaderi paylaşmak durumunda kalacaklar. En ağırı da -ki yakınlarını kaybetmek zaten yeterince ağır- devletin şefkat elini üzerlerinde hissedememek. Şu an binlerce yetimimiz var.
Kamplarda ve Suriye'nin Halep, İdlip, Afrin, Hama, Humus, Lazkiye gibi kentleri de depremden etkilendi, şimdiden ölü sayısı beş yüzü geçmiş durumda. Esed'in ve Rusya'nın bombalarıyla katledildikleri yetmezmiş gibi şimdi de kar altında deprem felaketiyle karşı karşıyalar. İmkanları çok daha kısıtlı. Türkiye bu kadar bocalarken onların çaresizliğini idrak edemiyorum.
Medya, algı, din, dava, dezenformasyon, hukuksuzluk ve halkın aleyhine kendi menfaatine işlerle gelinen nokta; geleceğe ve çocuklarımıza bırakacağımız ağır bedeller, utanç ve umutsuzluk!
Deprem sonrası tekrar dönüp düşününce; rüyadaki mekanlar, telefon edememek, kusma vesaire ile aralarında bağlantı olduğunu hissettim. Zaman dediğimiz mefhum ilginç gerçekten. Şimdinin içinde hem geçmiş hem gelecek saklı. Hislerimizle de görebiliyoruz, anlayabiliyoruz.
Tabi; çekincesiz yorumlayabilirsek, hakikati boğmazsak, çarpıtmazsak.
inna lillah ve inna ileyhi raciun.
Bugüne kadar insanları mutlu etmeyi birinci önceliğim olarak gördüm. Hep pozisyonumu karşımdakine göre ayarladım. Bunu beklenti için değil, benimi mutlu ettiği için yaptım, çünkü bana manevi tatmin veriyordu.
Zamanla böyle davranmanın ilerde insana acı verdiğini farkettim. İnsanların kahir ekseriyeti karşılıksız iyiliğe hazır değiller, belki de layık değiller, panikliyorlar ve ürküyorlar. Mesela bir sırrını sana açan insan senden çekinmeye başlıyor ve haketmediğin tavırlarla karşılaşıyorsun. Bu da insanı yaralıyor. Çünkü insanların çoğu kişisel gelişimini tamamlamamış ve tamamlaması da imkansız o potansiyele sahip değil. Özellikle akraba, arkadaş, komşu diye kodladığımız insanlar... Bilemiyorsun; senin tökezlemeni, üzülmeni, başarısız olmanı, mutsuz olmanı mı istiyorlar yoksa mutlu olmanı mı istiyorlar. Öğrenince de iş işten geçmiş oluyor.
Kendimiz için geç kalmışlık diye bir vakıa yok. Bu aydınlanmalardan sonra pekala daha özerk (psikolojikmen) ve daha huzurlu olabiliriz. Yaşadığımız hayal kırıklıklarını engelleyemeyiz belki bundan sonraki adımlarımızı değiştirebiliriz. Bin defa aynı yanlışı yapıp her defasında farklı sonuç almayı ummak da saçmalık olurdu. Ölümcül bir edilgenlik, bir nevi ölüm...
Şu anda kendimi gayet hafif, enerjik ve üretken hissediyorum. Kimsenin hayatıma müdahil olup bu kafa konforumu bozmasını istemiyorum. Herkes de ait olduğunu hissettiği, rahat olduğu, mutlu olduğu halde yaşasın. Yeter ki bana gölge etmesin.
Falanca filanca kimse için bu yakaladığım uyumu bozmak, isteyeceğim en son şey. Şundan da kusur kaldım diyecek bir şeyim yok. Her şeyi tattım, deneyimledim. Bu saatten sonra sadece içimden geldiği gibi, keyfimin kahyası için yaşamak istiyorum.
Yani demem o ki takdir edilmeyen özverilerle hayatımı zehirlemeye bu yaştan sonra (58) hiç niyetim yok. Öyle bir psikolojiye geldim ki, ne aman aman özlemlerim var ne de hedeflerim ve bu havanın bozulması dışında hiçbir endişem yok (konfor alanı, en önemli yaşlılık belirtisi. yavaş yavaş ölmeye başlıyor insan. arayış ve merak bitiyor ve kayıtsızlık başlıyor.). Ay şunu şöyle dersem, vay bu böyle anlarsa gibi kaygılardan da uzağım.
Bunlar kendini övme değil, çıkarımlar. sadece dengim olmayan, bana benzemeyen, hayata anahtar deliğinden bakan insanları çevremde istemiyorum. Ölünce herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyorsa öyleyse banane:) (Çocukken en çok azar işittiğim hareket omuz silkmekti. hayata karşı itirazımmış şimdi hatırladım.) 17.10.2021
palermo
neyse ki gerçeklerin zenginliğini kavramak için tek çıkar yol romanlar değil, anılar da var. anıların doğasını oluşturan şey olayların çeşitliliği değil, tek tek ayrıntıların sürekliliğidir. bilgisizliğimizin içkin şiirselliği budur. s.14
tüm bildiklerimi, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatacağım; çünkü aynı suç gibi yaşam da kendini gizler, tanrı katında makbul olan anlar hangileridir bilemeyiz. ayrıca ayrıntıların her zaman dokunaklı bir yönü vardır. s.17
mahallenin şarkısı
varoşları gerçekten temsil eden ezgiler milangolardır. milango genellikle bitip tükenmek bilmeyen bir esenleme,, gitarın kasvetli titreşimleri eşliğinde abartılı bir iltifat ve sevgi gösterisidir. bazen de milangolar sakin bir üslupla kan davalarını, eskilerde kalan bıçak kavgalarını, sözlü sataşmaların ardından gelen kahramanca ölümlerin öykülerini anlatır. bir başka tür milango da yazgı konusunu işler. ruh hali ve sözler değişir, değişmeyen söyleyenin ses tonudur; hiçbir zaman cırlamayan, konuşma sesiyle şarkı arası bir yorumla, genizden gelen, yanık bir sesle söylenir milango. (bu bana kürt dengbejlerini hatırlattı, tekdüze bir şekilde söylenen) tango zamana bağlıdır, zamanın horlamaları ve terslikleriyle beslenir; milangonun gücü zamansızlığından kaynaklanır.s.63
ölümlerde cenazenin başında beklenir, ölü evine ziyarete gidilir; kapısı herkese açık sohbet mekanlarıdır ölü evleri. yoksul takımında kimi olayları toplumsallaştırma eğilimi çok gelişmiştir; öyle ki dr. evaristo carriego cenaze ziyaretleriyle dalga geçerek kabul günlerine benzediklerini söylüyor.
s. 64
bizde de aynı değil mi?
truco
kırk oyun kağıdı yaşamın yerini alacak. s. 86
trucoda önemli olan etkileyici, yapmacık bir ses tonu yüzde bir savunma ifadesi ve gereksiz ve yerli yersiz sarfedilen sözlerdir. arjantin icadı bu oyun bol zamanda konuşa konuşa oynanır. yavaşlığı bir zeka oyunu olmasındandır. üst üste takılan maskelerdir oyunun püf noktası; oyuncuların tavırları uçsuz bucaksız rus bozkırlarında karşılaşan Moische ve Daniel'in birbirlerini selamlarken takındıkları tutumu andırır:
'nereye gidiyorsun Daniel?' dedi birisi.
'sivastopol'e' diye yanıtladı öteki.
Mousche Daniel'in gözlerinin içine baktı:
'yalan söylüyorsun Daniel. bana Sivastopol'e gideceğini söylüyorsun ki Nizhni Novgorad'a gittiğini düşüneyim ama aslında gerçekten Sivastopol'a gidiyorsun. yalan söylüyorsun Daniel, yalan' s.88
aslına bakılırsa her oyuncu eski oyunlarında izlediği yolu izler o kadar. oyunları eski oyunların tekrarından, daha doğrusu yaşanan eski anların yinelenmesinden başka bir şey değildir... bu düşünceyi takip edersek, zamanın da bir hayal olduğu anlaşılır. yani biz Arjantinliler tüm araştırmaların nesnesi ve gerekçesi olan metafiziğe, truconun rengarenk boyalı karton labirentlerinden geçerek ulaşırız. s. 89
araba yazıları
Heras'ta ağır aksak yürüyen araba hep gerilerde kalıyor ama bu gecikme sanki onun zaferi; sanki öteki araçların hızı bir kölenin telaşlı koşuşturmasıymış da atlı arabanın gecikmesi zamana sahip olmak bir tür sonsuzu yakalamakmış gibi. s. 92
arjantinli, kuzey amerikalıların ve hemen hemen tüm avrupalıların aksine kendinin devletle özdeşleştirmez. bu durum, devletin kavraması güç bir soyutlama oluşundan kaynaklanıyor olabilir. arjantinli bireydir ama yuttaş değildir. don kişot gibi, arjantinli için de 'herkesin günahı kendine'dir ve 'onurlu bir başkasının celladı olmamalı'dır...(sözleri) ispanyol biçeminin anlamsız simetrileri karşısında çoğu kez, ispanya ile aramızda aşılmaz bir uçurum olduğu kuşkusuna kapıldım; ne denli yanıldığımı kavramak için don kişot'tan aldığım bu iki veciz söz yeterli oldu. s. 117
sünger avcısı
kader, bizim yüreğimizden başka birşey değildir. remzi k. s. 12
maceraperest, servet yapmak ister,ve yapabilir. serseri bunu ne ister ne de yapabilir.fırsat düşünce, (ancak) maceraperest , insanları istismar edecek, aldatacak ve kötülük yapacaktır. s.51
birer ceviz kemirerek ve türkler gibi durmadan cigara tüttürerek, odamıza kapanıp bu rengarenk cam parçalarına cazip şekiller verdik. s.54
tren, köstence istasyonunda durdu. öğle vaktiydi. adrien yüzü paltosunun içine gömülmüş, yürümeye başladı. fırtına vardı. yüzü kasırga halinde sürüklediği kalın kar tabakaları sokakları kudurmuşcasına süpürüyordu.
ötede beride başı sırığın şalına tamamen gömülmüş, sırtında kuşağa kadar inen perişan bir ceket, ayağında bacak bileklerinde sıkılan rahatsız bir şalvar, fakir türk veya başka bir balkanlı görülüyordu. s. 87
...- hayır anarşist değilim. sadece hürriyeti seven bir insanım. halbuki anarşistler hürriyeti sevmezler. yahut sevdiklerini sanırlar. anarşistler hür insanlar değildir, onlar anarşisttir yani intizamsız insanlar. halbuki bu dünyada her şeyde bir nizam vardır, hatta hürriyet aşkında bile. ben hür olmayı severim ama kimseyi benim gibi hareket etmeye zorlamam. insanların çoğu köle olmak için doğmuşlardır. hür bir ruha sahip olmak kolay değildir. yarın da hatta on asır sonra da kolay olmayacak. köle olmak demek iş zincirini kemerine bağlı taşımak değildir. hür adam olmak da kendi hesabına çalışmak veya hiç çalışmamak manasına gelmez. köle hayvandır; daha dünya kurulalıdan beri emir altına girmesi mukadder, aşağılık bir malzemedir, her şeyden önce aşağılığa boyun eğen meziyetsiz bir malzeme. hür adama nisbetle köle, mümbit toprağa nisbetle kumluk yer gibidir. o cansızdır, ancak başkalarının iradesiyle harekete gelir, tıpkı rüzgarların keyfine tabi olan kumlar gibi. o zaman hareketleri körü körünedir ve felaketli bir hal alabilir. her şeyi kaplayıp ezer. bir imparatora ve krala yahut bir demokrata veya demagoga basamaklık eden kölelik budur. ister kenar mahalleler halkı olsun, ister parlamentoda toplanan daha mahdut insanlar olsun, daima kuvvetli bir elin hükmü altındadırlar. bu türlü insanlar ancak iki türlü yaşayış şekli tanırlar. hükmetmek veya hükmedilmek...
... gerçek hürriyet ahenk demektir. dövüşsüz, sövüşsüz bir gelişme. orada yüce yasa devam eder. yeryüzünde onu, kemaline, aşka yakın bir derecede ancak insanlardan daha az çapraşık olan mahluklarda bulacaksın. s.90
-... dostluk için yaratılmış bir adam camekana kapatılmış bir çiçek gibi ömür sürer.
- demek dostluğun mevcudiyetine inanmıyorsun?
öyle birşey söylemedim; dostluğa seyrek raslanır, fakat onu inkar etmek güneşi balçıkla sıvamaya kalkmak olur. bununla beraber biz dünyaya ciğerlerimizle geldiğimiz gibi belkemiğimize yapışık bir dostla birlikte gelmeyiz. dostluğa köle olan ancak bu efendinin ciğeriyle nefes alır. sen de bana bu kölelerden biri gibi görünüyorsun. ben de öyleydim, bugün de bir hasrete bağlı olarak öyleyim zira efendimiz er geç bizi terkeder.
her insan yüreğinin tabi olduğu değişimler neticesinde bizden ayrılır, çok kere de yürekten daha kuvvetli hadiseler, bazı da kendi hatalarımız buna sebep olur. içli insanların sevgisi ölçü bilmez ama sıkarken boğabilir. s. 96
fakat bir insanı böyle bir iptilayla seven insan, güzel olan herşeyi aynı kuvvetle sever ve onun sevgisine malzeme olabilecek daha az dönek şeyler vardır. bir sanata sahip olan, kendini sanata verir ve ızdırabı onu dış dünyaya karşı tamamen kayıtsız bırakacak derecede kuvvetliyse şaheserler yaratır. benim gibi tabiatın yaratıcı bir istidat sahibi kılmadığı kimseler de sevginin kaynakları henüz tükenmiş değilse, kayıtsızlıkları ile ebedi olan sayısız yeryüzü güzelliklerinin hayranlığına bütün kalbiyle atılabilir. fakat sevgi kaynakları tükenince, insan insana karşı en çekilmez mahluk olur ve hayatı bir taştan daha faydasız hale gelir. ama sevme gücü yerinde duruyorsa kainatı kucaklayabilir. iç tereddütlerimizin zincirleri kırılıp düştüğü zaman sevgi kalıyorsa hayatımız bir yıldızınki kadar hür olur.
fakat çetin şeydir bu! ne de olsa çetin şeydir! biz bu türlü hürriyetten faydalanmak için yaratılmamışız çünkü yıldızlardan daha çapraşık bir yaradılışımız var. biz acı duyarız onlarsa duymaz. hem sadece acı olsaydı! ademoğlu ve hatta hayvan içtimai bir varlıktır. o yüzden cemiyeti elinden almak kadar acı şey olamaz, hele ona çok derin köklerle bağlıysa. s. 97
zaten ulvi ve yüce dediğimiz şeyin ancak düşüncede arzuda olduğunu biliyorum ve bütün idealistler yaşları ilerleyince aynı şeyi öğrenirler. s. 100
en büyük matemler insanın koluna kara bir bez geçirmeleri olmadığı gibi, en öldürücü acılar da ilk anda duyulanlar değildir. sükunet içinde yine ızdırap çekeceksin fakat bu ızdırabın gizlenmesi gerekenlerden olduğunu bileceksin çünkü insanlar ancak kendilerinin de anlayalıyabilecekleri felaketlere karşı alaka gösterir ve yardım ederler.
efendi bir tüccara bir dostunu kaybettiğinden söz edersen, sana bir dostuna yüz frank ödünç verip de geri alamayışından beri dostluğa inanmadığı cevabını verebilir ve dünya tüccarlarla doludur. s. 102
herşeyin olduğu gibi dostluğun da aşağı takımı vardır. istasyonlardaki öpüşmelerin, muhabbetli el sıkışların ve sevimli gülümsemelerin, yalancı elmaslar gibi herkesin harcı olan ucuz gösterişlerin dostluğu. nice nice defalar okunmuş suyu Malaga şarabı ve herkesin dostunu hakiki bir dost sanacaksın!
kalbinin yaratıldığı günden beri tohumunu gizlediği dostluk, kaybolan dosta garaz bağlayanlardan değildir çünkü o ruh cömertliğinin özüdür. tıplı oğlu tarafından dövülüp sokağa atıldıktan sonra da onu sevmeye devam eden anaların sevgisi gibi. s. 102
aşkın beslediği büyü içimizdedir... dışımızda ise sonsuz duygusuzluk! s. 103
iş bulma kurumu
adrian bir insanın, yaratıcı bir sanatçı olmadan da , sırf düşünen bir insan, herhangi bir sanatın liyakatli müstehliki sıfatıyla da bariz bir şahsiyeti olabileceği kanaatindeydi. yaratıcı sanatçıya fareye bakan kedi gibi bakmaktan alıkoyan bir başka sebep daha vardı: o yaratıcının medenileştirici bir rolü olduğuna inanır, bunun için de onda bir ruh asaleti bulunmasını şart sayardı, ama bilirdi ki, böyle bir imtihandan yüzakıya çıkacak pek az 'büyük sanatçı' vardı. sanatçı, hele büyük yazar, zihnindeki büyük adam tasavvuruna uyduğu zaman ne kadar sevinç duyarsa, acı inkisarlarla karşılaştığı zaman da o kadar üzülürdü.
... - bana öyle geliyor ki büyük sanatçı, bir peygamber, zulme karşı ayaklanan bir asi olmalıdır. doğrunun, iyinin hizmetinde olmayan güzel; ölü bir yıldızı aydınlatan güneşe benzer. s. 44-45
'tanrı adaletine sıra gelinceye kadar evliyalar sizi boğar' der bir atasözü. s. 77
Bütün olay örgüsü içinde rahibin rüyaları ve olayların gelişmesine yansımalarını ele almak istiyorum derin anlamlar içeren berrak , uyarıcı rüyalar bunlar...
Ezeulu'nun iki rüyası
Umuaro kabilesinin lideri olan Ezeulu, bölge sorumlusu Winterbottom'un emri ile Umuaro ile birlik olan altı kabilenin danışmanı olarak resmi bir göreve atanmak için Okperi'ye çağrılmıştı. Çavuş bu görev için yanına öbür kabilelerden bir yerliyi alarak köye geldi. Neden çağrıldığı açıkça söylenmediği için Ezeulu, şefin ayağına gitmeyi reddetti. Bunun üzerine eli boş dönen yetkililer aldıkları emirle gelip onu tutuklamak emrini aldı. Bu arada Ezeulu da oğluyla yola çıkmıştı. Köye gelen görevliler, o ikisiyle yolda karşılaştıkları halde daha önce görmedikleri için tanıyamadılar. Köylü tanımazmış gibi davransa da tehdit edilince şefin evini gösterdiler ve böylece görevliler onun gittiğini öğrendiler.
Ezeulu, ilk gece rüyasında büyükbabasını gördü. Büyükbaba da kabilelerin ortak şefi seçilmiş bir kişiydi. Diğer kabileler zengin olduğu için ortak büyük tanrılarının temsilcisi olarak bu ailenin üyelerinden birini bu göreve seçmişlerdi. Çözülmesi gereken ortak bir mesele için, şeflerine karşı geliyor ve onun öğütlerini dinlemiyorlardı. Başka bir kabileden örnek vererek 'eğer tanrıları onlardan yana olmayacaksa onu azledeceklerini, ay dönümünü artık kendileri de gözleyebileceklerini söylüyorlardı. Bunun üzerine büyükbaba dönüşüp Ezeulu haline geliyor ve tebası onu tartaklıyordu.
Gerçekten de Ezeulu, kabilesine laf dinletememiş ve ortak oldukları Okperili kabileyle savaşa tutuşmuşlar, akabinde sömürge güçleri müdahale ederek silahlarını toplamış ve kırmıştı. Bu olaylar Ezeulu'yu derinden yaralamış ve kabilesindeki bazı hırslı kişlerin saldırılarından çok, yaşlı üyelerin kendini yalnız bırakması şeklinde yormuştu.
Sömürgeci İngiliz güçlerinin gelişi yeni bir hadise olduğu için onlarla nasıl bir mücadele yöntemi geliştirecekleri konusunda kararsızdı. Kendi aralarındaki sorunlar ve fikir ayrılıkları da ortak bir tavır almasını zorlaştırıyordu. Yanlış anlamadan kaynaklanan tutuklama hadisesi, basiretsiz davranan halkının cezalandırılması için ona bir manevra imkanı sağlamıştı. Ulu'nun temsilcisi olarak kendi yokluğunda tanrısının ihtarlarını dinlemeyen halkını cezalandırmasını umuyordu. Kendisi altı köy adına dini bayramların başlamasını ilan etme yetkisine sahipti. Şimdi ise tutuklu olduğu için bu görevlerini yapamayacaktı. Kendisiyle görüşmek isteyen şef aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığı için ne zaman buradan çıkacağını da tahmin edemiyordu.
Şeflerinin beyaz adam tarafından tutuklanması, Umuaro halkını korkutmuş fakat nasıl bir yol izleyeceklerini tayin edememişlerdi. İki ay sonra bırakılan Ezeulu, köyüne dönünce hepsi rahat bir nefes aldı. Aradan bir kaç gün geçince yaşlılar heyeti, Yeni Yam Bayramı'nın başlaması için elçilerini göndermesi gerektiğini hatırlatmak için konuşmaya geldiler. İçlerinden en saygın olan üye konuşmasını yaptı. Ezeuluİ iki aydır burada olmadığı için böyle bir ilanı gerçekleştiremeyeceğini, daha üç yamın elinde olduğunu söyledi. Heyet de bayramı ilan etmesi gerektiğini, daha önce de bazı konularda böyle istisnai kararlar alındığını, eğer bir sorumluluk gerekirse bunu kendisinin değil onların sorumluluğunda olacağını, başlarına bir musibet gelirse kendilerinden bileceklerini söylediler. Buna rağmen başrahip önerilerini kabul etmedi. Hasat mevsimi gecikeceği için kendi ailesinin de mağdur olacağını bilerek yetkilerini bu yönde kullandığını ifade etti. Herkesin morali bozulmuştu çünkü iki ay içinde ürünleri bozulacak ve açlık tehlikesi baş gösterecekti.
Bunu duyan kilise, bu krizden faydalanma yoluna gitti. Ezeulu son kabile savaşından sonra oğullarından birini kendi adına beyaz adamı anlaması ve izlemesi için kilise okuluna vermişti. Fakat oğlu bu gelişmeden onu haberdar etmeye gerek görmedi. Bu arada halk da kışlık erzaklarını kurtarmak için kiliseye giderek takdis ettirmeye -mecburen- razı oldu. Bu gelişme (ne yazık ki) Ezeulu'nun elini kolunu bağlamış oldu. Takdiri kabile tanrısı Ulu'ya bıraktı. İşte bayramın ay sonunda gerçekleştirileceğini elçileri vasıtasıyla ilan ettiği tam bu günlerde ikinci rüyasını gördü. Bu rüyalar sırada rüyalar değil, Ulu'yla iletişime geçtiği özel rüyalardandı.
Ezeulu obisinde oturmaktadır. Evin arkasından sesler gelir, birileri şarkı söyleyerek geçmektedir. Dışarı çıkıp onlara meydan okuması gerektiğini düşünür. Denilir ki; 'Bir kimse evinin arkasında yürüyenlerle güreşmediği sürece, o yol asla kapanmaz.' Ama cesaretini toplayıp yerinden kalkamaz. Davullar, flüt ve insan sesleri yükselmiştir. Cenaze alayı geçmektedir. Ezeulu, onlara meydan okumak için ailesine seslenir fakat cevap alamaz. Kalkıp odalarına gider lakin kimseyi bulamaz. Eşleri ve çocukları yokolmuş, ateşleri sönmüş ve evleri yıkılmıştır. Cenaze alayı uzaklaşmıştır fakat güçlü bir ses duyar. Okunan şarkının son sözleri şöyledir: 'Bakın yolda bir hristiyan var!' Şarkıcının kahkahasıyla uyanır.
O gece oğlu Obika, komşularının cenazesi için koşacaktı. Köyün en iyi koşucusu oydu. Ateşi vardı fakat komşunun oğlunun ricasını kıramadı. Koşu esnasında kalp krizi geçirerek öldü. Üstelik karısı da hamileydi. Ezeulu, bu felaketi kaldıramadı. İnançlarına göre bir erkek acısını belli etmemeliydi. Atasözü der ki: 'Bir erkek cenaze koçu gibidir, Gelen her darbeye ağzını dahi açmadan katlanmak zorundadır, Nasıl acı çektiğini yalnızca vücudunun sessizce sarsılışı anlatmalıdır.' Normal şartlarda Ezeulu, acısıyla başa çıkabilirdi. Velakin Ulu'nun kendisini cezalandırdığına inanıyordu. O'nu düşmanına karşı niye yalnız bırakmıştı. Kalbi kırılmış ve kendisini anlamayan halkı yüzünden yalnızlığa itilmişti. İşte bu durum onu mağlup etmişti. Bundan sonra olanları anlayamayacak bir deliliğe tutulmuştu. Ona kızgın olan halkı da çareyi düşmanının kilisesine sığınmakta bulmuş ve yamlarını oğullarıyla kilise bahçesine göndermişler, bundan sonra kilise tanrısının korumasını talep ederek yamlarını o oğulları adına toplamışlardı.
İronik olarak Ulu, kendi rahibini yok etmekle kendisini de yokluğa mahkum etmiş oldu.
Bazı kabile özdeyişleri;
'Güneş ışığının karanlığı kovalaması gibi, beyaz adam da tüm geleneklerimizi yok edecek.'
'Önce yaban kedisini kovalayalım, tavuğu sonra suçlarız.'
Yam: Kabilelerin, hasada başlamadan önce, ektikleri üründen bir parçayı şefe getirmeleri.
İki bin on beş yılının Ağustos ayında bir gezi programı sebebiyle Afganistan’a gittik. Aradan tam altı yıl geçmiş. Afganistan’ı işgal eden Abd, çekilip yerini Taliban’a bırakınca ben de herkes gibi eski anılarıma döndüm ve fotoğraflara bakarak bilgilerimi güncelledim.
Bizi havaalanında
Tika’dan bir arkadaş karşıladı ve Kabil ofisine gittik. Daha önce bir saldırı
olduğu ve hasar gördüğü için binası yenilenmişti. Daha güvenlikli ve büyük bir
bina yapılmıştı. Ana binadan ayrı bir de iki katlı misafirhanesi vardı. Alttaki dairelerden birinde Tika’da çalışan
bir Özbek aile kalıyordu iki de kızları vardı diye hatırlıyorum.
Bize de öbür
daireyi verdiler. Diğer arkadaşlar da ana binaya yerleşti. Terör yüzünden
Afganistan’da serbest gezmek mümkün değildi. Onun için Süleyman Şahin
başkanlığında TİKA ekibi -sağolsunlar- bizi evimizde hissettirdi. Biz gittiğimizde
aşçıları eğitim için Türkiye’ye gitmişti. Kendisiyle tanışamadık ama diğer
yardımcı bayan da Türk yemekleri konusunda uzmanlaşmıştı. Akşamları güllerle
donatılmış bahçede çay ve çekirdek eşliğinde koyu sohbetler yapma fırsatı
bulduk.
Çalışanlar, bütün kesimlerden –Peştun, Özbek, Tacik, Hazara-birer
numune ile Afganistan’ın mozayiğini oluşturuyordu ve aralarında bir de Türkmen kız kardeşimiz
vardı. Süleyman Bey bütün çalışanları üniversiteye de gönderiyordu. Hatta biz
döndükten sonra iki tanesi İstanbul’a geldi ve Taksim’de bir çay içtik.
Geldikten
birkaç gün sonra bir gece saat 1 civarında ışık açık yatıyordum. Yüzüm cama doğru
dönüktü. Büyük bir gürültüyle beraber tül ve perde içeri doğru bombe yaptı.
Deprem oluyor sandım. Öyle kuvvetli bir ses ve rüzgar oluştu. Meğer bomba yüklü
bir kamyon Kabil’in dış mahallelerinden birinde, Afgan ordusunun merkezinde patlatılmış ve bir
kilometre çukur acılmış, ölü sayısını yirmi küsur açıklandı ama asında bin e
yakın ölü ve daha fazla da yaralı vardı.
Hatta o zaman Türkiye de acil yardım göndermişti. (7 Ağustos 2015) Böylece ‘Afganistan gerçeği’yle tanışmış
olduk. Daha sonra sahaya inince daha pek çok kötülükle ve gayri insani durumla
karşılaşacaktık.
Kabil
dışında uçakla Mezarı Şerif, Şıbırgan, oradan da Herat’a
gittik. Bizim gittiğimiz dönem yaza denk geldiği için aşırı bir kuru
sıcak vardı. Kuru havasından dolayı tozlu bir ülke. Bu yönüyle Kabil’i Şam’a
benzettim. Geçmişte güllerinin çeşitliliğiyle anılan ülke bugün cehalet,
yoksulluk, uyuşturucu ve becce denen iğrençlikleriyle anılan ürkütücü bir
distopya adeta. Afganistan her türlü
pisliğin serbest olduğu aynı zamanda bin bir çeşit yoksunluğun ve acının
yaşandığı bir yeryüzü cehennemi. Hemen yolun karşısında bir gece kulübü sabahlara
kadar bangır bangır açık. Geceleri silah sesleri duyuluyordu.
Kabil’de
Tika’ya yakın Türk dili ve Afgan milli şairlerle ilgili bir programa katıldık .
Sonra halı dokuyan Özbek kadınları çekmeye gitti arkadaşlar. Şehrin içindeki
Babür bahçelerini ve Babürşah’ın mezarını (Hindistan’dan getirilip gömülmüş
kemikleri vasiyeti üzerine), Kabil’in ortasındaki tepede Burhaneddin Rabbani’nin
mezarını ziyaret edip şehrin genel görünümünü çektik. Halkacıda halka attık.
Çocuklar uçurtma uçuruyorlardı. Namazdan çıkan cemaat tarafından 5 ay önce
Kuran yaktı denilerek linç edilen, önce yakılıp üzerinden arabayla geçilen ve
yandaki kanala atılan Ferhunde Melikzade’nin öldürüldüğü caminin yanından geçtik. Bu
provakasyonlara açık bir toplum olmalarından dolayı hayıflandık. Polis olaya
müdahale etmemiş ve izlemiş. Daha sonra Kabil’de kadınlar cenazesini elleri
üstünde taşıyarak mezarlığa kadar yürümüşler. 4 gün içinde yapılan
yargılamalarda dört kişi idama mahkum edilse de giden can geri gelmiyor.
Süleyman
beyin başlattığı güzel bir proje vardı. TİKA bahçesinde yetimhanedeki çocuklara her hafta bir
milletvekili ya da bakan yemek veriyordu. Bu proje çok anlamlıydı. Yüze yakın
çocukla birlikte yer sofrasında yemek yedik. Çok güzel bir akşamdı. Ertesi gün
yakın olan yetimhaneye gittik . O gün, yetim kızlardan biri evleniyordu. Odasına
girdik. Yanında orta yaşlı bir bayan vardı. kendi akrabası mı yoksa müstakbel
eşinin mi bilemiyorum. Gelin çok tedirgindi. Yüzü gülmüyordu. Bir bilinmezliğe
doğru gidiyordu doğrusu. Nikah bizim yanımızda kıyıldı, damatla da röportaj
yaptık sonra gelini alıp çıktılar. İnşallah eşi yetimliğini kendisine karşı
kullanmamıştır. Bu düğün sebebiyle ders yoktu, çocuklar bahçede koşturuyordu,
bir yaşından 17 yaşına kadar her yaştan kız ve erkek çocukları vardı. Aynı
zamanda yatakhaneleri de üst katlardaydı.
Afganistan’ın
güvenlik krizi çözülse bile çok ciddi insani problemler var. Kırk yıllık
işgalin en büyük zararı, parçalanan aileler; anne, babası veya her ikisi ölen yetim
çocuklar görüyor.Bu problemler çözülemez değil lakin Afganistan’ın kendine özgü
şartları çözümü imkansız kılıyor. Zenginle fakir arasındaki uçurum öyle derin
ve kopuk ki! Yetişkinlerin hataları sonucu çocuklar büyük yoksunluklar yaşıyor
ama bakanlar ve milletvekillerinin bu kargaşa ortamında bile her hafta sonu
özel uçağıyla Dubai’ye gittiğini öğrenince epey şaşırdık.
Bunun için
gelmeden önce biz de ekip olarak yetimlere kavurma pilav ve ayranla tatlı
ziyafeti çekerek onlara yemek doldurup hizmet ettik. Erkekler, erkek çocuklarla
top oynadılar, sonra onları akşam saati yolcu ettik. Allah’ın vahşet içinde
rahmetine şahit olmak bizi mutmain etti.
Bir akşam da
Türkmen bir ailenin evini ziyaret ettik. Babaları öldürülmüş mecburen Kabil’e
yerleşmek zorunda kalmışlardı. Rahatça iletişim kurduk, teyze yaşadıklarını
anlattı ve bize kuşak örmeyi gösterdi. Evleri, yaşantıları tanıdıktı, bize
ikramda bulundular. Kızları gazetecilik yapıyordu. Akşamları dışarı çıkmanın
tehlikeli olduğunu söylediler. Sokakları araba giremeyecek durumda çukurlarla
doluydu.
Bir gün de
hastanedeki çocukları ziyarete gittik ve doktordan bilgi aldık. İlaç ve malzeme
eksikliği en büyük eksikleri, buna rağmen doktorlar canla başla tedavilerini
yapmaya çalışıyorlar. Hastanenin hemen yanında 1930’lu yıllarda Türkiye’nin
yaptığı hastane vardı ama bombalardan o da nasibini almış sadece iskeleti
kalmıştı. Zamanında güzel bir bina olduğu anlaşılıyor. Afgan üniversitesini ve
Türk Dili sınıflarını gördük, Tika da onlara hibe ettiği bilgisayarları verdi.
Öğrenci kızlarla konuştuk hepsi İstanbul’u görmek ve öğretmen olmayı
hedefliyordu.
Bir günümüzü
de Kabil’in çarşısına ayırdık. Değerli taşlardan yapılan takılar ve rengarenk
kıyafetlerle dolu çarşıdan hatıra kabilinden parçalar aldık. Ve esnafla
konuştuk.
Afganistan taşlar ve madenler yönünden zengin bir ülke.Doğal gaz, petrol, kömür, bakır, gümüş, altın, kobalt, kükürt, kurşun, çinko, demir cevheri, tuz, nadir toprak elementleri, değerli ve yarı değerli taş yataklarıyla dünyanın en zengin mineral rezervlerine sahip. Tarihten beri lacivert taşı, Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’a Hindukuş dağlarından çıkarılıyor. Afganistan’ın değerli taşları zümrüt, lel, safir, lazuli, turmalin, 3 tür yakut, garnit, elmas gibi yarı kıymetli taşlar. Bunlardan dört çeşidi daha popüler olan Penşir’deki zümrüt (Şah Mesud taşı), yakut ve çeşitli safir türleri,
Böylece ilk
haftamızı yoğun koşturmaca ile bitirerek Mezar-ı Şerif’e gitmek için Kabil havaalanına gittik. Uçağa binmeden önce
çakmaklarımıza el koydular. Afganistan olmasa bile Kabil havaalanı çok güvenli.
Bu muameleyle Tanzanya’da da karşılaşmıştık.
Uçakla
giderken şiirlerden tanıdığımız Hindikuş dağlarının üzerinden geçtik. O kadar
güzel ve vahşiydi ki.. Dağların arasında sulak vadilerde köyler göze
çarpıyordu. Araba girmeyen sadece eşekle gidilebilecek yerler. Geceleri o dağların
üzerine helikopterlerle silah ve yiyecek malzemesi indirilip stoklandığı
söyleniyordu en az on yıllık.
Uçağımız
epey eskiydi ama doluydu. Bir saat falan sürdü uçuş. Oradan Tika şubesine
varıncaya akşam oldu. Bizim için yemek hazırlamışlardı. İnşaat devam ettiği için
bizi konuk edemediler. Şehir içinde Raşid Dostum’un misafirhanesine götürdüler.
Kapıda korumalar ve hizmetliler vardı. Bahçede tek katlı binanın damına
çaylarımızı alıp çıktık, arkada meyve bahçeleri ve evler vardı. Yıldızların
altında oturduk. Yataklarımızın naylonları sökülmemişti. Herhalde kirlenmesin
diye. Haşır huşur uymaya çalıştık.
Orada da rehberlerle beraber dolaştık. Ertesi gün Belh’de Mevlana’nın doğduğu köyün yanındaki türbesine gittik, bizi götüren askeri korumalar çok tedirgindi. Taliban bu bölgede çok güçlüymüş çünkü. Mevlana’nın doğduğu ev, aslında bir medreseymiş. Babası ailesiyle burada yaşıyormuş. Şimdi yıkıntı halindeydi. Oradaki köylüler sağolsunlar İstanbul’dan geldiğimizi duyunca hemen koşup bize ayran ikram ettiler biraz sohbet ettik. Çocuklarla fotograf çekindik. Vedalaşarak çok yakında olan dünyanın ilk ateşgedesini görmeye gittik.
Dönerken arkamızdan
uyarı ateşi atıldı. Şoförümüz Taliban
tarafından atıldığını söyledi, kırsal yerler Taliban’ın elindeydi. Neyse ki
korumalarımız vardı. Ateşgede yolun kenarında hala -ayaktaydı. Etrafında bağlar
vardı. Rivayete göre, burası Zerdüşt’ün de doğum yeriymiş. Kerpiçimsi taştan
oval bir yapıydı ve ortasındaki büyük boşluğun tepesi açıktı. Burası da harabe
haldeydi ve turistlerin ziyaretine açıktı. Kabil gibi burası da aşırı tozlu bir
belde. Kadın-erkek herkesin başları ve hatta yüzleri kapalı giyinmesini, bu
tozu görünce daha iyi anladık. Zaten kırsalda daha yaygın br kıyafet burka.
Oradan
yorgun argın geri döndük tam
misafirhanenin önüne vardık ki ne görelim? Bizi duyunca Dostum özel
helikopterle savaş bölgesine davet etmişti, gezi programı yaptığımız için
reddedince içeri alınmadık. Akşam saati bize kalacak bir otel ayarladılar. İki
katlı mütevazi bir eve gittik. İki üç gece de orda kaldık. Otelde çalışan genç
yirmi yaşında yeni evli bir gençti. Üç aylık bebeği varmış ama tekrar evlenmek
için para biriktiriyormuş. Evlenmek için bin dolar lazımmış. Afganistan’ın
geneli tek eşli ama selefi etkisi de hemen hissediliyor.
Oradan
Şıbırgan’a geçtik ve zamanında valilik yapmış bir ağa bizi konağında ağırladı.
Güzel bir sofra hazırlamış. Yemekten sonra yeşil çaylarımız ve kuruyemişler
geldi. Bol bol kendini övdü ve nerdeyse zorla bizi biraz ilerdeki tek katlı
binadaki müzesini çekmeye gönderdi. Koridora sağlı sollu isim yapmış atalarının
fotoğraflarını asmışlar. Hızlıca çekip geri döndük.
Ertesi gün
deveyle susam yağı çıkaran bir aileyi görmeye gittik. Kadınlar halı dokuyordu. Afganistan’da
halı yere yatay şekilde dokunuyor. Eğilerek dokuyorlar, çok zahmetli bir uğraş.
Bir metrekare halıyı her şeyi içinde on, on beş Afganiye satıyorlar. Onun
yarısını da ip almak için verip ufak tefek ihtiyaçlarını alıp köylerine
dönüyorlar. Maden ve kıymetli taşlar gibi Afgan kadınların bellerini bükme
pahasına yaptıkları halılar yok fiyatına toplanıp İran halısı diye dünyaya yüz
katına dünyaya pazarlanıyor. Tika kadınlara halı yapmak için malzeme yardımı
yapıyordu karşılıksız. Lakin esas kalem halılarını dünyaya aracısız
pazarlayabilmeleri.
Kenar
mahalledeki ailemizizn bahçesi büyük evi kerpiçten, etrafı da kerpiç duvarla
çevriliydi. Keçiler ağacın altında gölgeleniyor, çocuklar koşuşturuyordu. Yaşlı
bir dede, delikanlılar, kızlar psikolojik rahatsızlığı olan bir ablayla
kalabalık bir aileydi. Ortaokul çağında iki kızları vardı okutmak da
istiyorlardı ama bu sağlıksız koşullarda ne kadar başarabildiler meçhu!.
Kıtkanaat
haram helal gözeterek sade bir hayat yaşıyorlardı. Dede, küçük torununun bir
kaç yıl önce kaçırılıp tecavüz edilerek öldürüldüğünü ağlayarak anlattı. Buna
rağmen bu aksakallı dedenin yüzündeki tebessüm, sadelik ve tevekkülü bizi çok
etkiledi. Afrika’nın bir çok yerinde kız çocuğu, Afganistan’da ise oğlan çocuğu
olmak çok zor. Tecavüz, maalesef çok yaygın ve faillerin çoğu devlet görevlisi,
Asker, polis ve zengin sınıftan kişiler oldukları için gariban halkın kendini
koruyacak ve de tecavüzcüleri cezalandıracak gücü yok. Taliban’a halk
desteğinin atında bu bu tür güvenlik kaygıları yatıyor.
Afganistan
biraz Ortadoğu coğrafyasına benziyor, Bin bir çeşit halk iç içe ve kendi aralarında kadim gelenekleri var.
Rahat bırakılsalar pekala dövüşmeden barış içinde yaşabilirler. Peştunlar gibi bazı topluluklar içinde kavgacı
aşiretler var. Onun dışında kendi halinde yaşayıp gidiyorlar. Şiddetin
ulaşmadığı yerlerde insanlar günlük hayatını yaşamaya devam ediyor.
Kırsal
kesimlerde çok yanlış batıl inançlar da yok değil. Mezarı Şerif’te devlet hastanesini
de ziyaret ettik orda Türk doktorlar da vardı. Köylerden gelen hastalar avluda
oturmuş çocuklarıyla bekleşiyorlardı. Babalar çocuklarıyla ve eşlerine karşı gayet ilgili ve sevecendiler. Yalnız
bazı yörelerde anneler yeni doğanları emzirmeyi reddediyorlarmış çocuğa zararlı
diye… Doktorlar bu boş inançları kırmaya çalışıyorlar.
.....
Oradan karayoluyla
Herat’a geçtik. Orada parti merkezinde çalışan bir genç bize rehberlik
yapacaktı. Bizi parti merkezine götürdü, orada kalacağımızı söyledi. Herkesin
girip çıktığı bir mekan olduğu için kalmak istemedik. Ama makus talihimizden de
kurtulamadık. Süleyman bey, oranın itibarlı ailelerinden birinin evini
ayarladı. Adam, Herat’ın en zengin savaş ağalarından biriymiş. Çarşıyı biraz
gezip ezan saati yorgun argın oraya gittik dört katlı insaat halinde bir
binaydı. Bize birkaç lokma yiyecek ve yatacak yer gösterseler çok makbule
geçecekti.
Bizi
zannederim işçilerin kaldığı ilk kata aldılar. Bizim seksenlerdeki öğrenci
evlerine benzeyen bir yerdi. İnşaat bitmemişti. Adamın üstteki üç katında üç eşi
varmış. Biz beş kişi yan yana dizildik. Yorgunluktan oturamıyoruz. Kendine bir
nargile getirtti. Bize de sordu teşekkür ettik. Bunlar hazara mı peştun mu
neymiş yanımızdaki Tika çalışanı kız Türkmen olduğu için kıza aşağılayıcı hatta
hakaretamiz bir seyler söyledi. Kız ağlamaklı oldu. Çok sinirlendik ama gece
vaktı gidecek yerimiz yok. Gündüz altı
askerle beraber geziyoruz. Kafamıza göre hareket etme şansımız yok. El mecbur
bir saat adamın şişinmelerini ve yeni evlilik planlarını dinledik. Kızlar dahil
bütün çocukları İngiltere’de okuyormuş 18 tane mi ne çocuğu varmış. 25’e
tamamlamak istiyormuş. Onlar mal ve çocuklarının sayısıyla övünmeyi
severlermiş. Güya müslümanlar ama Kuranın açıkça yerdiği bir fiille övünüyorlar.
Sıradan halk daha makul bir hayat
yaşıyor. Bu anlayış zaten niye yıllardır Afganistan’ın bu halde olduğunun en
canlı ispatı.
Daha sonra
sofra kuruldu patron da bizimle yedi. Sanırım hizmetliler için yapılmıştı çünkü
bizim yiyebileceğimizin on katı falandı kebaplar. Özel bir pilavları varmış
hepsinden biraz tattık. Sonra bizi bırakıp çıktı. Temizlenmemiş yer
minderlerinin üzerine yatarak sabahı yaptık ve oradan çıktık.
Ertesi gün
Herat’ın ünlü çarşıları, kalesi ve çok güzel olan tarihi Herat Cuma camisini
gezip çekim yaptık. Rus işgali sırasında general olan ve evini müzeye çeviren
Ahmet Şah Mesut’un yardımcısı İsmail
Han’ı ziyaret ettik. Söyleşi yaptık, anılarını anlattı dinledik. Duvarlarınd
Mezarı Şerif
o kadar değildi ama Herat’ta erkeklerin bakışları ürkütücüydü. Kesinlikle
yabancı bir kadın sokakta rahat yürüyemez. Kıyafetlerimiz onlar gibi olmasına
rağmen kendimizi rahatsız hissettik.
İşimiz
bitince Kabil’e geri döndük. Son gün herkes bir yere dağıldı, ben de çatıya
çıkıp şehrin genel görünümünü çektim. Günümüz yetmediği için Nuristan’a yani
Büyük İskender’den kalma ilginç bir topluluk olan ve ‘kafirler’ de denilen
topluluğun bölgesine, açık havada ders yapan çocukları görmeye,hatta
Kabil’in eteklerinde rengarenk
gecekondularına ve daha bir çok yere gidemedik. Aşırı sıcak ve kuru havasına
alışkın olmadığımız için genç asistanımız iki defa hastanelik oldu. Mezarı
Şerif ve kabil’de son gün serum bağlandı. Hastanelerde klima olmadığı için
Mezarı Şerif’te doktor bahçeye çıkıp kafasından aşağı bir kova su boşaltıp
tekrar hastalarının yanına dönüyormuş.
Kabil’de çok
güzel bir sürprizle de karşılaştım. Oraya iş için gelen ve uzun süredir
görüşmediğim bir akrabamla buluştuk, bizi ziyarete geldi. Kendisiyle sohbet
ettik. Gerçekten de dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurmuş.- Onun Kabil’de
olduğundan bile haberim yoktu. İnsan ülkesinden binlerce kilometre uzakta böyle
bir tesadüfe hayret ediyor.
Son akşam,
TİKA bahçesinde bir çiğköfte partisi yaptık. Elazığlı eğitimci müdür Mutlu
Güzel’in yoğurduğu çiğ köfteyi onun yanık sesi eşliğinde yedik. TİKA’daki o
güzel insanlarla vedalaşmış olduk.
Bahçesine diktiğimiz hatıra Nar fidanını da geride bırakıp bir daha gelmek
ümidiyle Kabil’den ayrıldık. Zorlu bir gezi olsa da Başta Süleyman Şahin bey ve
Mutlu Güzel bey olmak üzere, Tika Afganistan’daki her kesimden çalışanlarıyla
bizi çok güzel ağırladı. Hepsine müteşekkiriz.
Afganistan,
Gül’ü, Nar’ı, her kavimden çok güzel, mazlum ve masum insanı, halısı, değerli
taşları, otantik adetleri ile , bütün o dış işgalciler, batılı sömürgeci
ortakları, onların teşvik ve organize ettiği uyuşturucu, becce ve savaş
ağalarına rağmen, insanlığın en kadim ve en güzel topraklarından biri. O güzel
ve masum insanlara selam olsun, dualarımız ve gönlümüz her zaman onlarla
beraber.
Dünya edebiyatından seçilmiş MEKTUPLAR (ADAM yayınları)
Van Gogh (1853-1890):
İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla, gelip geçenler yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: içindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeterli olmalı, büyük bir sabırsızlıkla ama gene de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı -belki de hep orada kalmak üzere- saati beklemeli. Tanrıya inanan kişi önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.
Şimdilik, görünüşe göre, her işim kötüye gidiyor, bu durum epeydir sürüyor üstelik, gelecekte de bir süre aynı olacağa benzer; ama her şeyin düzeleceği bir vakit de gelebilir. Bu ille de olacak demiyorum, belki de hiçbir zaman olmayacak. Ama iyiye doğru bir gelişme olursa, bunu bir kazanç sayar, rahatlarım ve derim ki: nihayet! görüyorsunuz ya, bir şeyler varmış!
...insanlarda ve yaptıkları işlerde gerçekten iyi ve güzel olan, içsel ahlak taşıyan ve tinsel ve harikulade güzellikte ne varsa Tanrı'dan geldiğine inanıyorum öte yandan, insanlarda ve yaptıkları işlerde kötü ve yanlış olan şeyler tanrıdan değil bence, Tanrı hiçbirini onaylamıyor.
Bir de, her zaman düşünmüşümdür ki, Tanrı'yı tanımanın en iyi yolu pek çok sevmektir. Bir dostu sev, karını sev, canın ne istiyorsa onu sev, bildiğinden daha fazlasını bilmenin doğru yoluna girmişsin demektir. Ben böyle diyorum. Ancak ulu, ciddi, mahrem bir duygu birliğiyle sevmeli kişi, tüm gücü ve aklıyla sevmeli, daha derinden, daha iyi, daha çok öğrenmeye çalışmalı. böylesi bir yol Tanrı'ya götürür, sarsılmaz imana götürür.
Bir örnek vereyim sana: biri Rembrand'ı seviyor diyelim, ama ciddi seviyor, o kişi Tanrı'nın var olduğunu bilir ve derinden inanır. Biri Fransız devriminin tarihini inceliyor diyelim, o kişi imansız olamaz, en büyük şeylerin gerisinde de tanrısal bir erkin kendini gösterdiğini anlar.
s. 107-109
(Onu ötekilerden korumalıydık, ama her şeyden
önce kendimizden korumalıydık;
ihanet geçerli akçe olmuştu. İhanetle ödeme yapma, intikamla maaş alma
alışkanlığı edinmiştik. Köpek dişlerinin iyi bir fiyatı olduğunu biliyorduk.)
Nedense
Andahazi’nin bu kitabı Türkiye’de pek gündem olmadı. İş bankasından 2005’te
basılmış. Oysa İstanbul’a
da özel bir bölüm ayırıyor.
Roman, birbirini tamamlayan üç bölümden oluşuyor.
Birinci kitap, Göğe yükseliş’te Gökyüzü krallığı ve Sonsuz uyku başlığında iki
bölümden meydana geliyor.
İkinci Kitap,
Doğduğu günden göğe yükselişine dek Prens’in hayatının kronolojisi adı altında;
Düşmüş Melek ve Taç giyme bölümlerinden müteşekkil.
Üçüncü Kitap
ise, Arjantin’in sonu geldi, Gölgelerin krallığı ve Karanlığın krallığı’ndan
ibaret.
Genel olarak değerlendirmek gerekirse; kitap Arjantin özelinde Latin Amerika halklarının folkloruna, mitlerine göndermeler yaparken aynı zamanda post modern zamanların göstergelerini de çok etkin olarak kullanıyor.
(Bu kitabı ben de kaçırdım. Geçen kış okuma fırsatı buldum. O günlerde biz, postmodern
devrimler yoluyla geçmişe dönmeye çalışıyor ve hayal aleminde yaşıyorduk.)
Yazar, asıl mesleği olan psikanalizmin
nimetlerini, ‘Prens’e güzelce yedirmeyi
bilmiş. ‘işte o zaman çevresinde sıkış
tıkış birikenlerin gözlerinde, umutsuzluk içinde görme hasreti çektiğini görmek
için, saf bir pırıltı olduğunu sezdi.’
Tüm
zamanlarda ve hassaten modern zamanlarda iktidarın yaslandığı illüzyon ögeleri
olarak; göğe yükselme gösterisi ve akabinde kabinenin metruk Palatino Sono Film stüdyolarında süren
bekleyişleri vurucu bir anlatım olmuş.
Anladığım
kadarıyla, Hristiyanlıktaki babasız İsa ve Meryem ana motifi, 12 havari ve aziz
günlerinin sıra dışı anlamları (ayın 4’ü, Çarşamba, komisyoncuların ve
spekülatürlerin azizi, Aziz Eusebio) göğe yükselme ile beraber 6666 ayete, minarelere, ezana, İstanbul’a, Ayasofya ve Sultanahmet’e de göndermelerle birlikte Makyavel’in prensine de
işaretler içeriyor. Hatta Makyavel’in
Latin Amerika versiyonunun hikayeleşmiş bir modern versiyonu denebilir. ‘Farklı dinler onun ruhunda zıt yerler işgal
etmiyordu; tam tersine, onları hepsinin toplamından çıkan tek bir şifre gibi
algılıyordu.( s.124)
Göğe yükselişle
hipnotize olmuş toplumun, yalnız ve tek tek bireylerden, günahkar bireylerden
müteşekkil olmakla birbirine yaslanmış kaderci insanlarının, soyu Doğu'ya
dayanan başkanlarını (Wari’nin oğlu), kurtarıcılarını beklemesi süreci ve
psikolojileri ince ince tahlil edilmiş. ‘Kendi tarihimizi, ötekinin
talihsizliğinin kerpiciyle inşa etmeyi öğrenmiştik. Ölü olanlarınmız alt çenelerimiz
çarpa çarpa, başlarını koltuklarının altında taşıyan boğazlanmışların sarsak
adımlarına gülüyorduk, kalçası çıkık olanlarımız felçliler karşısında tek ayakla
dans ederek hünerlerimizi gözler önüne seriyor, miyop olanlarımız şaşıların
karşısında övünüyor, şaşı olanlarımız ise körlerin gözlerinin boş gözevlerine gerçek (hakikat) asamızı batırıyorduk.’ s.123
'Halkın mali durumu şimdi işten çıkarılan çalışanların ailelerine barınak olan Ulusal Hazinenin açık kapılarının acıklı görüntüsüyle özetlenebilirdi.' s.139
Sonuçta
Kurtarıcı görünmez akıl hocası eşliğinde (Batı) bombalarıyla geri dönüyor.
Önce makinalılarla üst üste yığılan insanların son gördükleri de Hiroşima ve
Nagazaki’deki gibi bir şekil oluyordu.
Wari’nin
oğlu, ilkin arkasında bir sürüngen ordusuyla dağdan köye inmiştir. Yolda önce lamasını
otlatan çobanla karşılaşır. Hayvanların sütü, eti ve derisi karşılığı kendilerine köle ettiği
insanı görünce bu insanları etkilemenin ne kadar kolay
olduğunu düşünür.
O'nun en sevdiği şey parmağını ıslatıp para saymaktır. Gözden düştüğünü görünce, sırayla evlatlık aldığı çocuklarını öldürtür. Halka şirin ve güvenilir görünmek için bir hayat kadınını ilk topladığı parayla satın alıp öksüz çocukları toplamıştır. Halka açık cenaze törenlerinde halkın merhamet duygularıyla oynayarak iktidarını sürdüre gelmiştir. En son kendi oğlunu da komik bir şekilde (boğazına tavuk kemiği kaçarak) öldürtünce karısı konuşmayı kesmiştir. Ta ki, göğe yükselme gününe kadar. Aralarının iyi olmadığı boşanacakları haberleri muhalefet tarafından çıkarılınca, halk galeyana gelir. Bağlayıcılığı olmayan bir referandum bile isterler.
Siyasi cinayet konusunda çok mahirdir. Kendisine bir tehlikeden bahsedilince İçişleri bakanının cevabı her zaman 'Bir şeyler düşünürüz' olur. Resmi işlerle ilgili araştırma yapan gazeteci, imzası olan gazeteler ağzına tıkıştırılarak gazetenin bayrak direğine asılı olarak bulunur. Olayı inceleyen mahkeme üyeleri, delillerle beraber mahkeme ateşe verilerek yakılır. Ayrıca bu gibi karanlık cinayetler, daima muhalefetin üzerine atılır.
Tek ayakkabı, tek küpe gibi yılanın ağzından çıkardığı hediyelerle efsunladığı halkı, yıllar yılı ikinci teklere sahip olmak için umutla beklettikten ve beklentiyi gün be gün yükselttikten sonra üzerlerine ölüm yağdırarak finali yapar.
Kendi dillerini konuşan ve kaderini benimsedikleri başkanları bilinmeyen bir ülkede kazancını biriktirirken, onlar her gün biraz da uçuk vaatlere aldanıp birbirlerini kırarken O’nun iktidarını korumak için gerekirse öz evlatlarını bile yok edecek kadar aşağılık sürüngenler dünyasına mensup olduğunu göremediklerinden - görmek istemediklerinden köpekleşerek; ‘aynı biçimde utançtan süngüsü düşen biz köpekler de sonsuza dek uzaklaşmaya ve ilkel kurt koşullarımıza geri dönmeye karar verdik.’ (S. 170)
Kabinedekilerden
bazılarının arşiv bilgileri şöyle;
Soyadı ve
adı: Tamburini, Sabatino Sixto
Takma adı: Bayan
kel
Özel
işaretleri: Cepheden de profilden de tostoparlak: ters ışıkta fark ayırt
edilemez.
Mesleği: General
Grondona’ın cunta yönetiminde eski maliye sekreteri, Amiral Zaranga y Hobbes’in
idare ettiği askeri cunta genel müdürü, General Balın emrindeki askeri cunta
hükümeti döneminde Maliye Bakanı. ‘Köpeklere ölüm, kuduza ölüm’ sloganıyla
yoksulluğa karşı yürütülen resmi kampanyanın mucidi.
İş
tecrübesi: ‘Köpeğe ölüm, kuduza ölüm’ sloganlı yoksulluğa karşı kampanya
çerçevesinde, Paseo del Retiro’nun yanında bulunan Virgen Santa mahallesindeki
kartondan küçük evlerin, içinde oturanlarla birlikte makinelerle birlikte
süpürülerek, işbirlikçilerle birlikte sökülmesi operasyonunun fikir babası
olmakla suçlandı.
Son görevi:
Maliye bakanı.
İkametgah: Bilinmiyor.
Son olarak Parlamento kubbesi üzerinden uçarken görüldü.
Soyadı ve
adı: Santa Marina Gregorio Felix
Takma adı: Çakır
göz
Özel
işaretler: Yok.
Meslekleri:
Santa Marina Şirketi’nin başkanı. Avukat. Anayasa Hukuku profesörü. General
Grondona’nın başını çektiği askeri ayaklanmanın, ‘Anayasayı korumak için
anayasanın kaldırılması ya da Kral öldü, yaşasın Kral ya da 1 no’lu Tebliğ’
bildirisini basıma hazırlayan. Amiral Zaranfga y Hobbes hükümeti sırasında,
geçici anayasa olarak hizmet görecek ’Hukukun gücü ve Gücün Hukuku ya da Hepsi
duvara karşı’ manifestosunu basıma hazırlayan. General Balin idaresindeki
askeri cuntanın ilan edeceği ’Ulusal Yeniden düzenlenmenin esasları ya da
Hareket eden paradır’ deklerasyonunun yazarı.
İş
tecrübesi: Hukuk dışı muameleler.
Son görevi:
Adalet bakanı.
İkametgah: Bilinmiyor.
Son olarak Parlamentonun kubbesi üzerinde uçarken görüldü.
Kitabı
okurken ince imaların kılavuzluğunda hüzünlü ama
aydınlanmacı bir okuma gerçekleştirmek mümkün.
‘yönetici kendi kendini zenginleştirmeye ehil
olmayanın, vatandaşlarını zenginleştirmekte de başarısız olacağına inandırmak
durumundadır halkı. (’ s. 138)