gece 2.15 aydınlanması
Bugüne kadar insanları mutlu etmeyi birinci önceliğim olarak gördüm. Hep pozisyonumu karşımdakine göre ayarladım. Bunu beklenti için değil, benimi mutlu ettiği için yaptım, çünkü bana manevi tatmin veriyordu.
Zamanla böyle davranmanın ilerde insana acı verdiğini farkettim. İnsanların kahir ekseriyeti karşılıksız iyiliğe hazır değiller, belki de layık değiller, panikliyorlar ve ürküyorlar. Mesela bir sırrını sana açan insan senden çekinmeye başlıyor ve haketmediğin tavırlarla karşılaşıyorsun. Bu da insanı yaralıyor. Çünkü insanların çoğu kişisel gelişimini tamamlamamış ve tamamlaması da imkansız o potansiyele sahip değil. Özellikle akraba, arkadaş, komşu diye kodladığımız insanlar... Bilemiyorsun; senin tökezlemeni, üzülmeni, başarısız olmanı, mutsuz olmanı mı istiyorlar yoksa mutlu olmanı mı istiyorlar. Öğrenince de iş işten geçmiş oluyor.
Kendimiz için geç kalmışlık diye bir vakıa yok. Bu aydınlanmalardan sonra pekala daha özerk (psikolojikmen) ve daha huzurlu olabiliriz. Yaşadığımız hayal kırıklıklarını engelleyemeyiz belki bundan sonraki adımlarımızı değiştirebiliriz. Bin defa aynı yanlışı yapıp her defasında farklı sonuç almayı ummak da saçmalık olurdu. Ölümcül bir edilgenlik, bir nevi ölüm...
Şu anda kendimi gayet hafif, enerjik ve üretken hissediyorum. Kimsenin hayatıma müdahil olup bu kafa konforumu bozmasını istemiyorum. Herkes de ait olduğunu hissettiği, rahat olduğu, mutlu olduğu halde yaşasın. Yeter ki bana gölge etmesin.
Falanca filanca kimse için bu yakaladığım uyumu bozmak, isteyeceğim en son şey. Şundan da kusur kaldım diyecek bir şeyim yok. Her şeyi tattım, deneyimledim. Bu saatten sonra sadece içimden geldiği gibi, keyfimin kahyası için yaşamak istiyorum.
Yani demem o ki takdir edilmeyen özverilerle hayatımı zehirlemeye bu yaştan sonra (58) hiç niyetim yok. Öyle bir psikolojiye geldim ki, ne aman aman özlemlerim var ne de hedeflerim ve bu havanın bozulması dışında hiçbir endişem yok (konfor alanı, en önemli yaşlılık belirtisi. yavaş yavaş ölmeye başlıyor insan. arayış ve merak bitiyor ve kayıtsızlık başlıyor.). Ay şunu şöyle dersem, vay bu böyle anlarsa gibi kaygılardan da uzağım.
Bunlar kendini övme değil, çıkarımlar. sadece dengim olmayan, bana benzemeyen, hayata anahtar deliğinden bakan insanları çevremde istemiyorum. Ölünce herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyorsa öyleyse banane:) (Çocukken en çok azar işittiğim hareket omuz silkmekti. hayata karşı itirazımmış şimdi hatırladım.) 17.10.2021
borges evaristo carriego
palermo
neyse ki gerçeklerin zenginliğini kavramak için tek çıkar yol romanlar değil, anılar da var. anıların doğasını oluşturan şey olayların çeşitliliği değil, tek tek ayrıntıların sürekliliğidir. bilgisizliğimizin içkin şiirselliği budur. s.14
tüm bildiklerimi, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatacağım; çünkü aynı suç gibi yaşam da kendini gizler, tanrı katında makbul olan anlar hangileridir bilemeyiz. ayrıca ayrıntıların her zaman dokunaklı bir yönü vardır. s.17
mahallenin şarkısı
varoşları gerçekten temsil eden ezgiler milangolardır. milango genellikle bitip tükenmek bilmeyen bir esenleme,, gitarın kasvetli titreşimleri eşliğinde abartılı bir iltifat ve sevgi gösterisidir. bazen de milangolar sakin bir üslupla kan davalarını, eskilerde kalan bıçak kavgalarını, sözlü sataşmaların ardından gelen kahramanca ölümlerin öykülerini anlatır. bir başka tür milango da yazgı konusunu işler. ruh hali ve sözler değişir, değişmeyen söyleyenin ses tonudur; hiçbir zaman cırlamayan, konuşma sesiyle şarkı arası bir yorumla, genizden gelen, yanık bir sesle söylenir milango. (bu bana kürt dengbejlerini hatırlattı, tekdüze bir şekilde söylenen) tango zamana bağlıdır, zamanın horlamaları ve terslikleriyle beslenir; milangonun gücü zamansızlığından kaynaklanır.s.63
ölümlerde cenazenin başında beklenir, ölü evine ziyarete gidilir; kapısı herkese açık sohbet mekanlarıdır ölü evleri. yoksul takımında kimi olayları toplumsallaştırma eğilimi çok gelişmiştir; öyle ki dr. evaristo carriego cenaze ziyaretleriyle dalga geçerek kabul günlerine benzediklerini söylüyor.
s. 64
bizde de aynı değil mi?
truco
kırk oyun kağıdı yaşamın yerini alacak. s. 86
trucoda önemli olan etkileyici, yapmacık bir ses tonu yüzde bir savunma ifadesi ve gereksiz ve yerli yersiz sarfedilen sözlerdir. arjantin icadı bu oyun bol zamanda konuşa konuşa oynanır. yavaşlığı bir zeka oyunu olmasındandır. üst üste takılan maskelerdir oyunun püf noktası; oyuncuların tavırları uçsuz bucaksız rus bozkırlarında karşılaşan Moische ve Daniel'in birbirlerini selamlarken takındıkları tutumu andırır:
'nereye gidiyorsun Daniel?' dedi birisi.
'sivastopol'e' diye yanıtladı öteki.
Mousche Daniel'in gözlerinin içine baktı:
'yalan söylüyorsun Daniel. bana Sivastopol'e gideceğini söylüyorsun ki Nizhni Novgorad'a gittiğini düşüneyim ama aslında gerçekten Sivastopol'a gidiyorsun. yalan söylüyorsun Daniel, yalan' s.88
aslına bakılırsa her oyuncu eski oyunlarında izlediği yolu izler o kadar. oyunları eski oyunların tekrarından, daha doğrusu yaşanan eski anların yinelenmesinden başka bir şey değildir... bu düşünceyi takip edersek, zamanın da bir hayal olduğu anlaşılır. yani biz Arjantinliler tüm araştırmaların nesnesi ve gerekçesi olan metafiziğe, truconun rengarenk boyalı karton labirentlerinden geçerek ulaşırız. s. 89
araba yazıları
Heras'ta ağır aksak yürüyen araba hep gerilerde kalıyor ama bu gecikme sanki onun zaferi; sanki öteki araçların hızı bir kölenin telaşlı koşuşturmasıymış da atlı arabanın gecikmesi zamana sahip olmak bir tür sonsuzu yakalamakmış gibi. s. 92
arjantinli, kuzey amerikalıların ve hemen hemen tüm avrupalıların aksine kendinin devletle özdeşleştirmez. bu durum, devletin kavraması güç bir soyutlama oluşundan kaynaklanıyor olabilir. arjantinli bireydir ama yuttaş değildir. don kişot gibi, arjantinli için de 'herkesin günahı kendine'dir ve 'onurlu bir başkasının celladı olmamalı'dır...(sözleri) ispanyol biçeminin anlamsız simetrileri karşısında çoğu kez, ispanya ile aramızda aşılmaz bir uçurum olduğu kuşkusuna kapıldım; ne denli yanıldığımı kavramak için don kişot'tan aldığım bu iki veciz söz yeterli oldu. s. 117
panait istrati
sünger avcısı
kader, bizim yüreğimizden başka birşey değildir. remzi k. s. 12
maceraperest, servet yapmak ister,ve yapabilir. serseri bunu ne ister ne de yapabilir.fırsat düşünce, (ancak) maceraperest , insanları istismar edecek, aldatacak ve kötülük yapacaktır. s.51
birer ceviz kemirerek ve türkler gibi durmadan cigara tüttürerek, odamıza kapanıp bu rengarenk cam parçalarına cazip şekiller verdik. s.54
tren, köstence istasyonunda durdu. öğle vaktiydi. adrien yüzü paltosunun içine gömülmüş, yürümeye başladı. fırtına vardı. yüzü kasırga halinde sürüklediği kalın kar tabakaları sokakları kudurmuşcasına süpürüyordu.
ötede beride başı sırığın şalına tamamen gömülmüş, sırtında kuşağa kadar inen perişan bir ceket, ayağında bacak bileklerinde sıkılan rahatsız bir şalvar, fakir türk veya başka bir balkanlı görülüyordu. s. 87
...- hayır anarşist değilim. sadece hürriyeti seven bir insanım. halbuki anarşistler hürriyeti sevmezler. yahut sevdiklerini sanırlar. anarşistler hür insanlar değildir, onlar anarşisttir yani intizamsız insanlar. halbuki bu dünyada her şeyde bir nizam vardır, hatta hürriyet aşkında bile. ben hür olmayı severim ama kimseyi benim gibi hareket etmeye zorlamam. insanların çoğu köle olmak için doğmuşlardır. hür bir ruha sahip olmak kolay değildir. yarın da hatta on asır sonra da kolay olmayacak. köle olmak demek iş zincirini kemerine bağlı taşımak değildir. hür adam olmak da kendi hesabına çalışmak veya hiç çalışmamak manasına gelmez. köle hayvandır; daha dünya kurulalıdan beri emir altına girmesi mukadder, aşağılık bir malzemedir, her şeyden önce aşağılığa boyun eğen meziyetsiz bir malzeme. hür adama nisbetle köle, mümbit toprağa nisbetle kumluk yer gibidir. o cansızdır, ancak başkalarının iradesiyle harekete gelir, tıpkı rüzgarların keyfine tabi olan kumlar gibi. o zaman hareketleri körü körünedir ve felaketli bir hal alabilir. her şeyi kaplayıp ezer. bir imparatora ve krala yahut bir demokrata veya demagoga basamaklık eden kölelik budur. ister kenar mahalleler halkı olsun, ister parlamentoda toplanan daha mahdut insanlar olsun, daima kuvvetli bir elin hükmü altındadırlar. bu türlü insanlar ancak iki türlü yaşayış şekli tanırlar. hükmetmek veya hükmedilmek...
... gerçek hürriyet ahenk demektir. dövüşsüz, sövüşsüz bir gelişme. orada yüce yasa devam eder. yeryüzünde onu, kemaline, aşka yakın bir derecede ancak insanlardan daha az çapraşık olan mahluklarda bulacaksın. s.90
-... dostluk için yaratılmış bir adam camekana kapatılmış bir çiçek gibi ömür sürer.
- demek dostluğun mevcudiyetine inanmıyorsun?
öyle birşey söylemedim; dostluğa seyrek raslanır, fakat onu inkar etmek güneşi balçıkla sıvamaya kalkmak olur. bununla beraber biz dünyaya ciğerlerimizle geldiğimiz gibi belkemiğimize yapışık bir dostla birlikte gelmeyiz. dostluğa köle olan ancak bu efendinin ciğeriyle nefes alır. sen de bana bu kölelerden biri gibi görünüyorsun. ben de öyleydim, bugün de bir hasrete bağlı olarak öyleyim zira efendimiz er geç bizi terkeder.
her insan yüreğinin tabi olduğu değişimler neticesinde bizden ayrılır, çok kere de yürekten daha kuvvetli hadiseler, bazı da kendi hatalarımız buna sebep olur. içli insanların sevgisi ölçü bilmez ama sıkarken boğabilir. s. 96
fakat bir insanı böyle bir iptilayla seven insan, güzel olan herşeyi aynı kuvvetle sever ve onun sevgisine malzeme olabilecek daha az dönek şeyler vardır. bir sanata sahip olan, kendini sanata verir ve ızdırabı onu dış dünyaya karşı tamamen kayıtsız bırakacak derecede kuvvetliyse şaheserler yaratır. benim gibi tabiatın yaratıcı bir istidat sahibi kılmadığı kimseler de sevginin kaynakları henüz tükenmiş değilse, kayıtsızlıkları ile ebedi olan sayısız yeryüzü güzelliklerinin hayranlığına bütün kalbiyle atılabilir. fakat sevgi kaynakları tükenince, insan insana karşı en çekilmez mahluk olur ve hayatı bir taştan daha faydasız hale gelir. ama sevme gücü yerinde duruyorsa kainatı kucaklayabilir. iç tereddütlerimizin zincirleri kırılıp düştüğü zaman sevgi kalıyorsa hayatımız bir yıldızınki kadar hür olur.
fakat çetin şeydir bu! ne de olsa çetin şeydir! biz bu türlü hürriyetten faydalanmak için yaratılmamışız çünkü yıldızlardan daha çapraşık bir yaradılışımız var. biz acı duyarız onlarsa duymaz. hem sadece acı olsaydı! ademoğlu ve hatta hayvan içtimai bir varlıktır. o yüzden cemiyeti elinden almak kadar acı şey olamaz, hele ona çok derin köklerle bağlıysa. s. 97
zaten ulvi ve yüce dediğimiz şeyin ancak düşüncede arzuda olduğunu biliyorum ve bütün idealistler yaşları ilerleyince aynı şeyi öğrenirler. s. 100
en büyük matemler insanın koluna kara bir bez geçirmeleri olmadığı gibi, en öldürücü acılar da ilk anda duyulanlar değildir. sükunet içinde yine ızdırap çekeceksin fakat bu ızdırabın gizlenmesi gerekenlerden olduğunu bileceksin çünkü insanlar ancak kendilerinin de anlayalıyabilecekleri felaketlere karşı alaka gösterir ve yardım ederler.
efendi bir tüccara bir dostunu kaybettiğinden söz edersen, sana bir dostuna yüz frank ödünç verip de geri alamayışından beri dostluğa inanmadığı cevabını verebilir ve dünya tüccarlarla doludur. s. 102
herşeyin olduğu gibi dostluğun da aşağı takımı vardır. istasyonlardaki öpüşmelerin, muhabbetli el sıkışların ve sevimli gülümsemelerin, yalancı elmaslar gibi herkesin harcı olan ucuz gösterişlerin dostluğu. nice nice defalar okunmuş suyu Malaga şarabı ve herkesin dostunu hakiki bir dost sanacaksın!
kalbinin yaratıldığı günden beri tohumunu gizlediği dostluk, kaybolan dosta garaz bağlayanlardan değildir çünkü o ruh cömertliğinin özüdür. tıplı oğlu tarafından dövülüp sokağa atıldıktan sonra da onu sevmeye devam eden anaların sevgisi gibi. s. 102
aşkın beslediği büyü içimizdedir... dışımızda ise sonsuz duygusuzluk! s. 103
iş bulma kurumu
adrian bir insanın, yaratıcı bir sanatçı olmadan da , sırf düşünen bir insan, herhangi bir sanatın liyakatli müstehliki sıfatıyla da bariz bir şahsiyeti olabileceği kanaatindeydi. yaratıcı sanatçıya fareye bakan kedi gibi bakmaktan alıkoyan bir başka sebep daha vardı: o yaratıcının medenileştirici bir rolü olduğuna inanır, bunun için de onda bir ruh asaleti bulunmasını şart sayardı, ama bilirdi ki, böyle bir imtihandan yüzakıya çıkacak pek az 'büyük sanatçı' vardı. sanatçı, hele büyük yazar, zihnindeki büyük adam tasavvuruna uyduğu zaman ne kadar sevinç duyarsa, acı inkisarlarla karşılaştığı zaman da o kadar üzülürdü.
... - bana öyle geliyor ki büyük sanatçı, bir peygamber, zulme karşı ayaklanan bir asi olmalıdır. doğrunun, iyinin hizmetinde olmayan güzel; ölü bir yıldızı aydınlatan güneşe benzer. s. 44-45
'tanrı adaletine sıra gelinceye kadar evliyalar sizi boğar' der bir atasözü. s. 77